14 Aralık 2010 Salı

Deneyim hem kollektif hem de özel yaşamda bir gelenek işidir. Anılar da sıkı sıkı saptanmış tek tek durumlardan çok, biriktirilmiş, çoğu kez bilincine varılmamış, ancak hafızada birbirine kaynaşmış verilerden oluşur.” 


pasajlar, s.118

12 Aralık 2010 Pazar

Mekân Üzerine…

Karanlıkta bir yerdeyim, uzaklardan gelen bir ses var kalbimin köşesinde yankı bulan. Akıp giden bir şey var, beni de beraberinde sürükleyen. Buna bir gün ‘zaman’ denilecek ama henüz bilmiyorum. Sonra bir gün, ışığa bakıyor gözlerim. Korku mu sevinç mi bilmem ama başlıyorum ağlamaya. Bir koku duyuyorum önce hem çok tanıdık hem bir o kadar yabancı. Elleri kavrıyor beni, ona göre küçücük olan bedenimi. Tanıtıyor sonra kendini, annemmiş benim. Hemen oracıkta alışıyorum ona, bir daha hiç unutmayasıya…
Farkında olmaksızın deneyimlediğimiz ilk mekândır, bir bebeğin annesinin kucağı… Bu durumda şöyle bakmak gerekecek; deneyim bizi ne türden bir mekân fikrine yaklaştırır? Deneyimden bahsediyorsak bunu duyularımızla açıklayabiliriz. Duyusal bilginin alınması, yorumlanması, seçilmesi ve düzenlenmesi ise bizi ‘algı’ya götürür. O halde deneyim, bizi algısal mekân fikrine yaklaştırır. “Algısal mekân ise; her türlü duyu deneyiminin- görme, dokunma, duyma ve hareket- nörolojik senteziyle ilgilidir. Bu sentez, çeşitli duyuların belirtilerinin uzlaştığı bir mekânsal deneyime karşılık gelir. Anlık bir şema ya da izlenim oluşabilir ve hafıza da bu şemayı zaman içinde saklamaya yönelebilir. Hafıza ve öğrenme işin içine girdiğinde, kültürel düzeyde öğrenilmiş düşünce tarzları şemaya eklenip çıkarılabilir.”(1) Algısal mekân birincil olarak duyular yoluyla yaşanır, ama duyularımızın işlemesi tüm bu –ebilir’lik hallerini katışık olarak deneyimimize sunar. Bu durumda ‘mekân’ bir paradoks üretir. Bernard Tschumi’ye göre “‘Mimarlığın Paradoksu’ kavramla deneyim arasındadır.” (2)  Diğer bir deyişle kurgulanan, tasarlananla yaşanan arasındadır. Bir yanda gerçek, var olan, anlık olan, inşa edilmiş mekânda doğrudan eylem, diğer yanda soyutlanan, tasarlanan, kurulan düşünce ve kâğıtta var olan, tasarımdaki mekân ve eylemi arasındaki ilişkidir bu. “Öteki” ile kurulan ilişki de bu aralıkta var olur. Bu paradoksun tarifi “öteki”ne yaklaşımımızı da belirleyecektir. Burada ‘Öteki’ olan; henüz kavramı icat edilmemiş, henüz düşünülmemiş, resmi, imgesi, bilgisi üretilmemiş olandır. Dolayısıyla bu paradoks yeniden ve yeniden yorumlanmaya her daim açık kalacaktır. İnşa edilmiş mekân(lar) tasarlanmamış mimari potansiyeller içerirler. Mekânsal deneyim hem mekâna bağlı (ondan gelen dürtülerle), hem de ondan bağımsız olarak bütün öznelliğiyle yaşanır. Özne “anlık” algıyı ve mekânsal deneyimi nesnelleştirmeye çabalayan felsefi ve tarihsel çabalarla zıtlık içindedir. Tschumi’ye göre kurguyla yaşanan arasındaki ilişkiye bakacak olursak mimari tasarım bir yokluğun, bir bitmemişliğin ifadesidir.  Dolayısıyla mimarın kurduğuyla yaşanan örtüşmeyebilir. Aralarında birebir neden sonuç ilişkisi yoktur. Mekân sadece öznel olaylar ve deneyimlerle dönüşmez. “(3)
O halde, yapmanın dünyasının anlamanın dünyasından ayrışık olduğunu yeniden hatırlamak gerek. Yapmanın dünyası üzerinden ’mekân’ a baktığımızda ise karşımıza çıkan şey, mimarlık ve onun gösterim bilgisi olan geometridir. Mimarlık kavrayışını nesne üzerinden kurar.  Mimarlığın aracı ise inşa etmektir. Mimarlık ‘şey’ ler üretir. Bu şeylerden bir tanesi de mekândır. Mimari gösterimin bilgisine ulaşmak için geometri ortak bir dil kurar. Geometri, mekânsal biçimi öğrenmek ve tartışmak için yararlı olabilecek simgesel bir dil sağlar, ama mekânsal biçimin kendisi değildir. Ancak, hacim olarak mekândan bahsediyorsak, bu bizi öklit geometrisine götürür. Öklit geometrisi ile ilk olarak mekân soyutlanmıştır. Koordinatları ve boyutları ile uzayda bir hacme ve konuma sahip olmuştur. Matematik ve kuşkusuz özellikle geometri öğrenerek mekânsal biçim deneyimi edinebiliriz. “(4) Elbette ki ortak bir mimari dil oluşturmak ve mekânsal biçim deneyimi edinmek üzere geometrinin faydası yadsınamaz ancak yalnızca geometri daha geniş bir ölçekten baktığımızda ‘mekân’  fikrinin çok küçük bir noktasında yer edinecektir. Geometri ile mekânın soyutlanışı aslında bizi hacim olarak mekân fikrine götürür. Ancak kavramsal olarak mekân, mekânın kendisinin de soyutlanması neticesinde oluşmuştur.
“Mekânı söylemsel bir şey olarak alıp, dil ile ilişkisinden giderek, kodlarını çözmek, somut mekânı dil yoluyla soyutlamaktır. “(5)
Mekân hakkında birçok şekilde düşünebiliriz. Mekânı mutlak bir kavram olarak görürsek, maddeden bağımsız bir ‘kendinde şey’ haline gelir. Olguları ayırt edebileceğimiz ve sınıflandırabileceğimiz bir yapıya sahip olur. Göreli mekân görüşü ise, onun sadece birbirleriyle bağlantılı halindeki nesneler varlığı sayesinde var olan, bu nesneler arasındaki bir ilişki olarak anlaşılmasını gerektirir. Mekânın göreli olarak bakılabileceği başka bir yön daha var ve David Harvey bunu ilişkisel mekân olarak adlandırıyor. Mekânın, Leibniz’in bakışıyla nesnelerin içinde görülmesi ve bu anlamda nesnelerin de ancak kendi içlerinde başka nesnelerle ilişkiler içererek ve bunları temsil ederek var olduğunun kabul edilmesi. “Göreli mekân, ‘mekân nedir?’ sorusunun yanıtını bulmaya yönelik ontolojik bir tartışma. Ayrıca, bu felsefi sorunun başka her yerden bağımsız felsefi ve dilbilimsel çözümü olduğu düşünülüyor. Kabul edilen yaklaşım şu; Bir kez mekânın ne olduğunu anlar ve onu göstermenin yollarını bulursak, o zaman insan davranışları anlayışımızı genel bir mekân kavramının içine oturtup, analiz yöntemine gidebiliriz. Oysa mekânın doğasından doğan felsefi sorulara yanıtlar yok- yanıtlar insan pratiklerinde. Bu durumda mekân nedir? sorusunun yerini ‘değişik insan pratikleri nasıl değişik mekân kavramlaştırmaları yaratıp kullanıyor?’sorusu alıyor.”(6) Ayrıca mekânın doğasına ilişkin Louis Kahn ‘Düzen’ manifestosunda önemli ipuçları vermektedir.
 “Mekânın doğası onun ne olmak istediğini yansıtır
                Konser salonu bir Stradivarius’mudur
                               yoksa bir kulak mı
                Konser salonu orkestra yöneticisinin çaldığı
                               Bach ya da Bartok’a göre ayarlanmış
                               yaratıcı bir çalgı mıdır
                               Yoksa basmakalıp bir salon mu
Mekânın doğasında ruh ve belirli bir biçimde var olma istenci yatar
                Tasarım bu istenci yakından izlemeli
                Bu nedenle çizgili boyanmış at zebra değildir
                Demir yolu istasyonu bina olmadan önce
                sokak olmak ister “ (7)
Mekânı Kahn’ın manifestosundaki şekliyle okumaya başladığımızda bu bize mimari üretimin ne türden araçlarla ‘mekân’ üretmeye en azından yaklaşabileceğine dair imalar sunar.
Diğer yandan, “tasarıma başlarken mimar, dışarıdaki şeyleri nokta ve çizgilerle önündeki “boş” ve nötr  çizim “mekânı”na aktarırken sanki bu “mekân” bütün bunları edilgen bir şekilde alıyordur. Ve sanki proje/plan, tamamlandığında, kâğıt üzerinde “masumca” duruyordur. Oysa arazide projeyi/planı gerçekleştiren, buldozerdir. Toplumun farklı kesimleri, elbette eşitsiz şekilde ve özellikle de işçi sınıfı, mekân modellerinden paylarını almışlardır. Soyutlama ve indirgemedeki ikame ve yadsımanın ideolojik etkisi, mesleki becerilerle haklılaştırılan teknik argümanlar altına gizlenir ve ancak, gündeliğin, yaşanan deneyimin, praxisin başkaldırısıyla alt edilebilir.”(8)
“İnsanlar binalarda oturur, çalışır ve eğlenirler, ama davranışlarını belirleyen binalar değil, içlerindeki iktisadi, kültürel ve toplumsal ilişkilerdir.”(9) Lefebvre’e göre mekân, toplumsal olarak üretilir ve toplumsaldır. Her bir toplumsal oluşum, kendi mekânsal biçimlerini üretir. Yani mekân, bir toplumsal üretim(süreci)dir ve toplumun üretiminin hem sonucu hem de ön-koşuludur. Diğer yandan, mekân teorisi, toplum teorisidir ve tersi de geçerlidir.” Toplumsal/yaşanan mekân, algılanan ve bilinen mekân birbirinden ayrılamaz. Ancak bilimsel pratikler içinde “mekân”ın bilinen (conceived; conçu), algılanan (perceived; perçu) ve yaşanan (lived; vecu) boyutları birbirlerinden ayrılır-bunlar sırasıyla, fiziksel, zihinsel ve toplumsal mekânlara tekabül eder Lefebvre, “algılanan, tasarlanan ve yaşanan mekân” üçlüsünü, mekânın üretiminin üç anını içerecek şekilde, yeniden kavramlaştırır: Mekânsal pratik (la pratique spatiale; spatial practice), mekân temsilleri (les représentations de l’espace; representations of space) ve temsil mekânları (lesespaces de représentation; spaces of representation). Mekân diyalektik olarak bağlı bu üç boyutuyla bir (toplumsal) üretimdir.”(10)
Ancak ‘toplum’ / ‘aile’ fikrini referans alarak da hacim üretmeye çalışmak tehlikelidir. Kaldı ki ‘birey’ dahi kendi içinde zamanla değişkenlik gösterirken, aynı statükoya sahip insanlarda kendi aralarında farklılık gösterirler. Dolaysıyla hem kendi içinde hem de birbirleri arasında değişkenlik gösteren özneler üzerinden dahi mutlak hacim üretme çabası ve mekân örgütleme hali problemli olacaktır. 
Kavramsal olarak kaygan bir zeminde bulunan ‘mekan’ …e göre üretilen, şekillenen, anlam kazanan, algılanan, deneyimlenilen bir ‘şey’ değildir. Örneğin; eve ulaşmak üzere inşa edilen merdivenlerin, mahallenin gençleri tarafından oturup muhabbet ettikleri basamaklara dönüşümü ve belki de bunun bir ritüele doğru eğrilmesi, merdivenin basamaklaşması (dilin farklılaşması) hiçbir yönlendirme ya da erk in etkisi altında kalmaksızın oluşturulan, kendiliğinden olan, örüntülerin kendisidir. Dolayısıyla mimari pratikler hiçbir zaman kendiliğinden mekân inşa edemezler. Ancak mekân olmaya olanak tanıyabilecek şey’ler üretirler. Bu bağlamda Christopher Alexander’in A Pattern Language kitabındaki tüm imajlar mimarın ürettiği/üretemediği ‘şey’ (mekân) i anlatmaya tabiri caizse dili dönebilecek önemli bir kaynak olmaya adaydır.
Mekân üretmenin, öklityan tarafı dışında ( ki bunun kendisine de ancak hacim diyebiliriz) aracı, modern dünyanın hiçbir aracı ile vuku bulamaz. Çünkü bir durum değil vaka (olay) dır. Dolayısıyla aslında her ne kadar ‘mekân’ fikrini durağan olarak algılıyor olsak da, o zamanın etkisinde gelişen olay’ın kendisidir. Zihnin herhangi bir etkenle ( ders, sinema, müzik) etkin hale, hareketli hale geliyor oluşu, içinde-dışında bulunduğumuz hacmi ‘mekân’ olmaya götürür. Zihnin hiçbir zaman son bulamayacağı gerçeği ise ‘mekân üretimi’nin hareketine dolayısıyla zamana yayılımına tanıklık eder, kanıtlık eder.
Mekân ne salt bir soyutlama ve nesne, ne de sadece somut fiziksel bir şeydir. Bütün boyutları ve biçimleriyle, hem kavram hem de gerçekliktir. Bu yüzden ilişkiler ve biçimler bütünüdür. Yine cansız, sabit, durağan değil, canlı, değişken ve akışkandır.

KAYNAKLAR
 1.       Harvey David, Sosyal Adalet ve Şehir, Bir Toplumsal Mekân felsefesine Doğru, Metis Yayınları, İstanbul, 2003, S. 33
2.       Tschumi Bernard, Architecture and Disjunction, Cambrige: MIT Press,1994, S. 214
3.       Tschumi Bernard,  Questions of Space : Lectures on Architecture, Architectural Association, London, 1990.
4.       Grosz Elizabeth, Architecture From The Outside, 2002
5.       Arslan Avar Adile, Mimarlık ve Mekân Algısı Dergisi, Lefebvre’in Üçlü –Algılanan, Tasarlanan, Yaşanan Mekân– Diyalektiği, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, 2009, S. 9
6.       Harvey David, Sosyal Adalet ve Şehir, Mekânın Doğası, Metis Yayınları, İstanbul, 2003, S.18-19
7.       Conrads Ulrich, 20.yy Mimarisinde Program ve Manifestolar, 1960-Louis I.Kahn-Düzen, Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı, 1991, S.147
8.       Lefebvre Henri, The Production of Space, İng. Çev. D.Nicholson-Smith, Blackwell, Oxford, 1991, s. 39.
9.       Gans 1969, s37
10.   Arslan Avar Adile, Mimarlık ve Mekân Algısı Dergisi, Lefebvre’in Üçlü –Algılanan, Tasarlanan, Yaşanan Mekân– Diyalektiği, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, 2009, S. 7

*   Mekan Analizi/Ara Teslim I/ 2010 Güz