12 Ocak 2012 Perşembe

ALGI:  Nesnel dünyayı duyular yoluyla öznel bilince aktarma. 
1. Etimoloji: Algı terimi, dilimizde de, Batı dillerinde de olduğu gibi almak kökünden türetilmiştir. Batı dillerindeki perception terimi, Hint-Avrupa dil grubunun almak anlamındaki kap kökünden gelir, ilkin Latinceye aynı anlamda capere sözcüğüyle geçmiştir. 
2. Felsefe:
 Algı, dış dünyanın duyumlarla gelen imgesinin bilinçte gerçekleşen tasarımıdır. Nesneler duyu örgenlerini etkiler. Bu etki bilince aktarılır. Ne var ki algı, arı duyumlardan, ansal bir işlevi gerektirmesiyle ayrılır. Örneğin görme duyumuz, her iki gözümüzde ve çeşitli planlarda beliren iki ağaç imgesi getirir. Bu iki ağaç imgesi ansal bir işlevle tekleşir. Tekleşen bu imgeye, bellekte biriken esli algılardan gerekli olanlar da çağrışım yoluyla eklenkikten sonra ağaç algısı gerçekleşmiş olur. Özellikle görme, işitme ve dokunma duyuları insanın bilincine kavram ve düşünce yapımı için algısal gereçler taşırlar. Algı işlemini tarihsel süreçte duyumcular aşırı bir savla sadece duyuların, uscular da aynı aşırılıkta başka bir savla sadece usun ürünü saymışlardır. Oysa algı duyusal-ansal bir işlevdir. Alman düşünürü Leibniz'e göre de algı, bilinçdışı bir işlevdir. Algı, gerçek anlamında, öznenin, kendisinin dışında olanı alması demektir. Bununla beraber ruhbilimciler ruhsal edimlerle ilgili olarak, dış algı'ya karşı bir de iç algı'nın sözünü ederler. Felsefede algı terimi üç anlamda kullanılır: Algılama gücü, algı işlevi, algı olgusu. 
DENEYİM; Bir kimsenin belli bir sürede ya da yaşam boyu edindiği bilgilerin tümü, tecrübe.

Algı ve deneyim sözcüklerinin yukarıda ifade edildiği şekliyle kelime anlamlarının dışında akla ilk getirdikleri şey şöyle ifade edilebilir. Algı: bir ‘şey’ ile ilk karşılaşma anındaki duyumsama yani ‘yeni’ olanla karşılaşma anındaki ilk his(!). Deneyim ise bir ‘şey’ ile en az bir kez karşılaşmış olma hali. Algı öznede var olan ancak gelişime açık genleştirilebilir bir şey. Deneyim ise edinilebilen bir şey. Dolayısıyla bu iki kavram ilk bakışta birbirine teğet geçen, birbiri ile noktasal ilişkiler kurabilen ‘şeyler’miş gibi gelebilir. Ancak bu iki kavram temelde birbirine sıkıca kenetlenmiştir. Şöyle ki; algılarımızı bir anlamda ‘araçsallaştırarak’ deneyim kazanırız, ediniriz. Deneyim ise dünya ile kurduğumuz ilişkinin ne kadar ‘farkındalık’ ürettiğine işaret eder. Fakat şöyle bir yanılgıya düşmemekte fayda var. Edindiğimiz ‘deneyimler’ bizi vektörel bir birikime doğru götürmez. Dolayısıyla her seferinde karşılaşılan problemin (ilk kez ya da yeniden) bağlamının farklı oluşu, biz her ne kadar algılarımızın sınırlarını genişletsek de, ‘değişimin’ sürekliliği doğrultusunda her seferinde ‘yeni’ bir deneyim edinme zorunluluğunu ortaya koyar. (Elbette ki bu elini sobaya dokunan bir çocuğun yandıktan sonra ona bir daha dokunmaması örneğindeki gibi bir deneyim edinme biçiminden bağımsız düşünülmesi gereken bir durum) Sonuç olarak algılarımız vasıtasıyla deneyim kazanırken her seferinde yeni bir başlangıç kurarız ancak bu durum hiçbir zaman nihai bir son ile vuku bulmaz.