25 Nisan 2011 Pazartesi





ÖLÜM KOKAR HAYAT…”
… ve aniden söner ışıklar, bir daha hiç yanmayasıya.




Bazen tuhaf olur hayat, hiçbir şey yolunda gitmiyor sanırsın, sıkılırsın, dağıtırsın, belki biraz ağlarsın… Bazen de saçma bir mutluluk kaplar içini, nedenini bilmezsin, güneşli havadandır der geçersin ama bitsin istemezsin, biteceğini bile bile sarılırsın ona sıkıca, bırakmayasıya.
Bir gün biri çıkar gelir, sarsar hayatını sen farkına varmadan ya da varsan bile ses etmezsin, içten içe sevinirsin; ‘Bak işte değişiyor her şey, tam da istediğim gibi…’ ardından yine yarım kalan cümleler…
Evet o kadar yetenekli değilsin, konuşamazsın çoğu zaman, ara sıra yazarsın ya hani- onu bile beceremezsin belki, zihninin içinde dolanıverir cümleler, evet işte tamam çık hadi, konuş artık der içinden bir ses ancak yine de susarsın. Ağzını kapayan o el öyle şiddetli sarar ki seni bir daha hiç konuşmak istemezsin. İçinden söversin hep, dışarı atamazsın o kelimeleri, bir yer hayal edersin, bir dağın tepesi biraz rüzgârlı, evet ordaymışçasına söversin içinden, rüzgâr sana yardım edebilecekmiş gibi…
Bazen de öyle yalnız kalırsın ki, hiçbir kalabalık çekip çıkaramaz o karanlıktan seni, oysa ufak bir ışık, kim bilir, belki… Başka türlü hayal etmek istersin, bir dünya çizersin kendine derinlerinde kaybolsan da korkmayacağın… Hayır bilirim, korkmazsın öyle her şeyden, cesur bile sayılırsın hatta demem o ki sadece bunca kayıp, bunca… Nasıl dayandın? Nasıl devam edebiliyorsun? Bilirim sen etmesen bile devam ettirir hayat yaşamaya.
Gidersin öylece, yol uzun gelir hep oysa bir göz açıp-kapayasıyadır vakit. Öyle bir aralıkta ki şu ‘zaman’, çözmeye çabalamazsın işte, söyle ve geç, ne çıkar…
Yok, görünmediğin kadar asi değilsin ama bir o kadar asi.
Hücreler neden karanlıktır, neden şarkılar böyle… Böyle işte, kelimesiz, yüklemsiz, cümlesiz, sessiz… Neden susar ki yaşam, herkes bir cümle beklerken.
Öyle güzel anlamıyorum ki seni, karanlığında mutluysan ya da nerde mutluysan belki de mutsuzsan kal bir yerlerde, öyle derindesin ki biliyorum, dönüş yok artık. Üzülmediğini biliyorum, üzülme zaten, ben senin yerine de üzülüyorum. Öyle güzel üzülüyorum ki, hatta bazen ağlıyorum. Böyle yaşlar dökülüyor damla damla tutamıyorum, bazen bir kâğıt parçasını ıslatıyor bazen yastığı. Ama sonra uyanıyorum pencerede güneş… Sen henüz bilemeyeceğim bir yerlerde birkaç sevdiğimle belki de, ben senin yaşında dünya denen bir yerde…

24 Nisan 2011 Pazar

Perspective view of Fourier's Phalanstère

'Cinsiyetli Olmak,Sosyal Bilimlere Feminist Bakışlar' Üzerine Bir Deneme

Adı geçen eser ‘feminizm’ üst başlığı üzerinden bu düşünceyi çeşitli kategoriler ile tartışan bir derlemedir. O halde öncelikle sorulması gereken sorunun feminizm nedir olmasında yarar var. Feminizm; “Kadınların hakları ve ilgi alanlarını konu alan heterojen bir konsepttir,  belirleyicisi kadındır. Kadın ve erkek arasındaki toplumsal eşitsizliğin süregelmesi, feminizmin amacının kadının toplumdaki yerinin iyileştirilmesinin ve toplumda gerçek bir eşitlik durumunun sağlanmasına neden olmuştur.(Kelimenin kökeni Latince “femina” ve onun Fransızca türevi olan “Feminizme”den gelir.)” (1)  Tanımda da belirtildiği üzere eşitlik ve toplumsal iyileştirmeye esasen ‘insan’ özgürlüğü çerçevesinden bakmaya başladığımızda, bu bizi Kant’a götürecektir. Metinde de ilk sırayı alan ‘Kant’ta Cinsiyet Farklılığı’ üzerinden feminizm meselesini açmaya başlayalım.
Eleştirel felsefede önemli bir yer tutan Kant’ın görüşleri bu konuda da etkili olmuştur. Kendisinin mektuplaştığı Maria ile kadın-felsefe ilişkisine onun gözünden bakmaya çalışmamıza ve sonunda da ‘insanların bu dünya da mutluluğu değil ahlaklı olmayı hedeflemesi gerektiğini’ (2) vurgulayan mektubu ile aslında mektuplaşmayı da tıpkı seyyahların yazılarını okumasını ve yabancılarla konuşmasını, ‘dış dünya’ya merakı olarak bakabiliriz. “… insanın dışı temel alınarak içinin bilinebilmesidir. İnsanların dışsal özelliklerinin tasnifinden hareketle, bu dışsal özelliklere tekabül ettiği varsayılan içsel özelliklerin tasnif edilebilmesidir dolayısıyla amaç. Cinsiyet farklılıklarını açıklamaya iki temel tespitle başlar. İlki kadının daha zayıf olması, ikincisi kadının da erkek gibi akıllı varlık, akıllı hayvan olmasıdır.” (3) Kant’ın kadının zayıflığı üzerine kurduğu anlatılar (güç-zayıflık)  biyolojik merkezlidir ancak bu fikrin karşısına sunduğu ‘kadının erkeği ’idare edebilme’’ durumu problemi aynı dil üzerinden karşılamamaktadır. Bu sorun o’nda kadının doğası-erkeğin doğası diye daha genel olarak vuku bulmuştur. Üstelik kadın cinsiyetini; türün bekası (doğa kadının rahmine en değerli şey olan türü embriyo şeklinde emanet etmiştir-türün muhafazası ve sürekliliği) ve toplumun gelişmesi-kadınlarca zarifleştirilmesi olarak iki ilke şeklinde kategorize etmiştir. Neticesinde de kadının kendi doğasına uygun olarak yapması gerekenin erkeğin arkasını toplamaktır gibi pragmatik bir sonuca ulaşmıştır. Bu görüşler ile Kant her ne kadar kadına ikincil bir durum atfetse de kadınların da akıllı olduğunu dile getirmesi konuyu ve kendisinin fikirlerini sorgulanabilir hale dönüştürmüştür.
Psikanaliz, kadın erkek ayrımını psikolojik olarak açıklamaya çalışmaktadır. Freud 'un kadın ve erkeğin aile içinde rollerini belirlemek amacıyla yaptığı deneysel çalışması daha da önemlisi çocuğun yetişme sürecinde geçirdiği cinsel kimlik sürecini betimlemesi, çağdaş feminist teorinin en önemli temel taşlarından birini oluşturmaktadır. (4) Freud ve Kadınlık metni üzerinden yazar amacını, Freud’un özellikle ilk kadın hastalarıyla kurduğu özdeşleşme ve idealizasyon ilişkisi üzerinden psikanalizi keşfinin temelindeki kadınsı öğeler, olarak belirtmektedir. Kadının anatomik gerçekliğinin yanı sıra bir de bir de ruhsallığı var. Freud’un ‘birisine konuşan ve anlatan’ kadın hastalarına imrenerek kendi kendini analiz etmeye başlaması, o kadınların hayat hikâyeleri bir anlamda psikanalizin doğuşudur. Freud bu özdeşleşme ile yazdıklarını Fliess’e göndermeye başlar. Bu özdeşlemenin temelinde kadının iç dünyasında gizlenen şeyi çekip çıkarabilme arzusu da yatmaktadır. Bu durum öncelikle empati kurmaya olanak tanır, tabi aynı zamanda ötekileştirmeyi de mümkün kılar. Dolayısıyla Freud, kadın ve erkeğin eşitliklerini ve farklılıklarını bir arada gözeterek ele aldığında cinsiyetlerin kendilerini var edebilmesi adına onlara bir özgürlük alanı tanımlamış olmaktadır.
Konunun bir başka problem alanı ise cinsiyet farkını ‘akıl’ da arama olarak bünye ediniyor. ‘Aklın Cinsiyeti Var mı?’ metni bu noktada yakın zamana kadar konu üzerinden sert eleştirilerin, örneğin Paul Broca, varlığına değinse de artık daha temkinli ifadelerin kullanımı söz konusu. Metinde yazar aklın cinsiyeti olduğuna dair, bilişsel ve düşünsel süreçleri inceleyen birtakım psikologlar tarafından kabul görülenler ve bazı feminist bilgi kuramlarında savunulanlar olarak ayrışan bu iki temel görüşe değiniyor. Bilişsel Bilim Verileri bağlamında bakıldığında erkek-kadın aklının biyolojik-sosyolojik-toplumsal farklarının olduğu veriler bu uygulamaların yapıldığı sınırlı deneysel verilere dayanmaktadır. Dolayısıyla akıl gelişimini nelerin-nasıl-ne türden yaşamsal faaliyetlerle/gelişimlerle etkilendiğini ifade etmek güç. ” Akıl; Bir bütünlük birimi içinde düşünme ve yargılamanın gerçekleşmesini, her türlü cisim  ve oluşumun belli ilişkiler sistemi içinde algılanarak kavranmasını sağlayan insan yeteneğidir. Biyolojik açıdan aklın bulunduğu yer beyindir. Yapılan araştırmalar sonunda, beyinde akılda tutma, duyumsal bilgilerin toplanması, düşüncenin eyleme dönüşmesi, sevgi gibi olayların yer aldığı değişik merkezlerin belirlenmiş olması önemli bir gelişmedir. Ancak sayılan tüm bu etkinliklerin hiçbiri aklın "anahtarı" olarak kabul edilemez. Beyinde, bağlantıları yaratma, seçme, karar verme yetilerinin yer aldığı kesin bir nokta yoktur. Kendisi bir işlevdir ve ancak meydana getirdiği etkinliklerle tanınabilir. “ (5) Bu kadar muğlâk bir alanda aklın cinsiyeti sahiden de var olabilir mi? İkinci başlık olan Feminist Bilgi Kuramı ise; bilimin erkekler tarafından yapılmış ve hala da öyle yapılıyor oluşundan kaynaklı bir ezilme hissiyle kadınlara özgü bilim önerisinde bulunuyor. Tabi bu noktada eleştirilen durumu kopya ederek bu sefer de ‘kadın bilimi’ üretme çabası da ironik görünüyor. Toplumsal cinsiyet meselesini bu kadar indirgemeci bir bakışla ‘bilim’ zeminine taşımaya çalışmak da soruna çözüm üretmek yerine yeni türden bir sorun daha çıkaracak gibi gözükmekte.
 “Psikanaliz bizi, tek etmediğimiz tek kıta, yani içsel deneyimimiz konusunda eğitir.”  (6) sözü Kristeva’nın psikanalizle ilgilenme nedenidir. Kristeva’nın psikanaliz yaklaşımını anlamak için öncelikle etkisi altında kaldığı Freud ve Lacan’a dair kısa bir okuma yapmak gerekecek.  Yazının başında da belirttiğim üzere psikanaliz denildiğinde Freud önemli bir isimdir. Bu bölümde ise onun Psikoseksüel Gelişim Kuramı: Oral, Anal, Fallik (Ödipal), Gizil (Latent) ve Genital (Püberte) ve Yetişkinlik kuramı önemlidir. “Erkeğin karşıtı ya da tamamlayıcısı olarak kadın yoktur, kadın esasında ‘eksik erkek’ten başka bir şey değildir” der. Onun en ünlü takipçisi olan Lacan ise; 0-6 ay Reel / Gerçeğe en yakın dönem, 6-18 ay ayna evresi/imgesel ve 18 ay-4 yaş simgesel evredir der. Bu bağlamda belki de en ses getiren sözü ‘kadın diye bir şey yoktur’ u ise kadının bir fantezi bir hayal olduğunu, kendi tanımlamalarıyla simgesel düzeyde ifade edilemeyen ve ayna evresinin sonucu olarak üretilen bir eksiklik olarak, tanımlar. Bu iki isimden etkilenen Kristeva ise kendi söylemini birinci- ikinci- üçüncü kuşak feministler diye ayrıştırarak oluşturur. İlk kuşak erkeklerle aynı zamanı paylaşma arzusu ile bir özdeşim kurma çabasındadır. İkinci kuşak ise özdeşleşme yerine farklılığı esas almıştır. Ancak üçüncü kuşağın söylemi ilk ikisine nazaran daha özgün bir bakış açısı sunuyor. Burada da öncelikle kadın cinsine özel olarak ve sonra da tek tek her kadını özel olarak keşfetmek gerektiği görüşü söz konusudur. Artık ‘biz’ üretmenin kapalılığında boğulmak yerine ‘ben’ üreterek yeni söylemlere ufuk açılmasının ileri götürücü bir fikir oluşu önem kazanmaktadır. Ve Kristeva bu öznelliğin ‘dil’ aracılığı ile kurulabileceğini savunur. Kristeva, Freud ve Lacan’ı önemsemiş ancak zaman zaman onlarla karşıt fikirlerde de bulunmuştur. Fakat onun feminizme bakışı genel olarak ‘öznellik’ üzerine kuruludur.
 Toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyet kavramının ötesinde tüm cinsiyet algılarının toplum tarafından belirlendiğini öne süren bir kavramdır.” (7) Bu kavramda sosyal ve kültürel etmenler önem kazanmaktadır. Cinsler arası bir ayrımcılığa kültürel bağlamda bir cevap üretilmesi gerekliliği önem kazanır. Butler cinsiyetin inşa edilmiş olmasını, onun varlığımıza işlemiş, yaşanan, harekete geçirici bir kurgu olduğunu hesaba katarak ırksal farklılıkla kesişimi içinde göz önüne alarak düşünmeyi hedeflemiştir. Irkı kısmen ırkçılık, cinsiyeti cinsiyetçilik eşcinselliği de homofobi inşa etmiştir, demektedir. Bu noktada ‘abjection’ (dışa atma) deyimi yerini buluyor. Norm olan bedenler inşa edilirken, birtakım bedenler de dışa atılır. ‘’Maddeleşen/Dert Olan Bedenler’’ de Judith Butler, tarihi bir abjection tarihi olarak okuyor ve yeniden anlamlandırma imkânlarını sorguluyor. Tarihi abjection tarihi olarak okumak, söylemin bedenleri incittiğini, bazı bedenleri eldeki varlık bilimlerin, anlaşılırlık şemalarının sınırlarına yerleştirdiğini öne sürmektedir. Öyleyse abjection tarihi olarak tarih sorunu, toplumsal cinsiyetlendirme pratiğiyle doğrudan ilişkilidir. Cinsiyet iki ile sınırlı olduğu halde, toplumsal cinsiyet sonlu bir sayıyla sınırlandırılabilir değildir. 
Psikanalitik bakışın yönlendiği bir diğer alan olan aile içi şiddet metni bu durumun ülkemizde ve dünyada beden ve ruh sağlığını ciddi biçimde tehdit eden bir problem olarak ifadesiyle başlamaktadır. “Şiddet en yaygın olarak, kocadan karıya ve ana babadan çocuğa yönelmektedir. “  (8) Kadına yöneltilen şiddet daha ziyade aile içi sorunu olarak değerlendirilse de sonrasında çeşitli kurumların, sığınma evlerinin ortaya çıkısı meseleyi bir toplumsal sorun haline dönüştürmüştür. Ancak yine de yazınsal olarak bu konuda yeterince kaynak bulunmamaktadır. Şiddet problematiğini birkaç başlık altında incelemekte fayda var. Öncelikle birey olma süreci ve cinsiyet bağlamında baktığımızda; kız ya da erkek her çocuk hem annesiyle hem babasıyla özdeşim yaparak büyür. Ancak süreçte erkek çocuk anneden ayrılıp baba ile özdeşim kurar, kız çocuk da ise anneden ayrılıp yeniden anneye dönüş ile özdeşim kurma hali vardır. Bu durum farklı olan yerine aynı olana yeniden dönüldüğünden ötürü psikolojik olarak kız ve erkek çocukta ayrı etkilere yol açar. Dolayısıyla yaşamlarında ilişkilerini nasıl konumlandıracaklarına dair bu süreç önemli bir rol oynar. İlişkiler, kimlik ve cinsiyet bağlamında bakıldığında ise gelişim süreçlerinde erkek ve kız çocukta ortak yanların, farklılıklardan fazla olduğu ve sağlıklı durumlarda aslında cinsiyete özgü bir problemin olmayacağı önem kazanır. Erkeklerin yapıcı ve onarıcı, kadınların ise hayır ya da dur demeyi becerebildikleri bir kişilik oluşumu söz konusu olabilir. Çocukluk döneminde ailenin uyguladığı davranışlar çocuğun psikolojik ve kişisel gelişiminde önemli rol oynar. Çocuğun sessiz kalmasını istemek dahi onun olgunlaşma sürecini kesintiye uğratmaktadır. Öte yandan yetişkinlikte görülen şiddet bağlamında bakıldığında, bu durum bilinçdışı saldırgan dürtüleri ortaya çıkarır. Bu dürtülerin harekete geçmesi ise özgüvende azalmaya neden olur. Özgüven; ruhsal, gelişimsel süreçler ile başarı ya da başarısızlık olarak algılanan yaşam olayları arasındaki karmaşık ilişki tarafından belirlenir. Özgüvenin artımı ya da zedelenmesi kişisel gelişim anlamında önemli bir yer tutar. Bir diğer önemli konu ise şiddetin kuşaktan kuşağa aktarımıdır. Bu anlamda bir şiddet çocukluktan yetişkinliğe değin çeşitli psikolojik bozukluklara yol açmaktadır. Şiddete tanık olmanın şiddete maruz kalmaktan daha yıkıcı olduğu düşünülmektedir. Çünkü bu durum kurulan özdeşimle doğrudan ilişkilidir. Çocuğun en önemli özdeşim nesneleri anne ve babasıdır. Dolayısıyla görülen, işitilen ya da maruz kalınan şiddet çocukta içselleştirilmeye sebep olmaktadır.
Psikanaliz ve kadın konusunu bir de edebi bir örnek üzerinden tartışan ‘Sanatçının Annesinin Kızı Olarak Portresi’ isimli metin Sevim Burak’ın yazma biçiminden bahseder, özellikle dili nasıl ve neden öyle kullanışından.  Dil konusu kadınlar için oldukça önemlidir. Bunun en çarpıcı noktası erkekler yazdığında ‘edebiyat’ kadınlar yazdığında ise ‘kadın edebiyatı’ denilmesi. Bu noktada edebiyat dünyası Burak’ı ne erkek ne de kadın edebiyatına dâhil etmek istemiştir. Bunda onun kendisini kadın olarak değil yazar olarak konumlandırması etkilidir ve meselesi edebiyattır. Burak’ın edebi dilindeki parçalanmışlık onun ruhsal gerekliğiyle örtüşmüştür. Her ne kadar kendini baba dili üzerinden ifade ettiğini düşünse de hafızasında biriktirdiği anne dili ona kendine özgü bir dil kazandırmıştır. Anne-babadan etkileşimin kişiye yansıması her zaman beklediğimiz normlarda karşımıza çıkmak durumunda değildir, buna da en iyi örneklerden biri olarak Sevim Burak’ı verebiliriz. Eğer kadına ilişkin sorulara cevap arıyorsak psikanalizin etkisini göz ardı etmemek gerek.
Feminizm konusunu başka bir alan olan İslam ile birlikte tartışan ‘Feminizm ve İslam’ metnini İpek Merçil yazıya dökmüştür. Bu iki kelime 80’li yılların sonu ile 90’lı yılların başlarından itibaren yan yana anılmaya başlanmıştır. İslamcı kadın yazarların bazıları cinsler arası eşitlik yerine denklik ilkesini savunurlar. Eşitliğin haksızlık olduğunu kabul ederek kadın ile erkeğin eşit olarak kabul edilmesi durumunda kadının mağdur olacağını iddia ederler.  90’lı yılların başından itibaren kamusal alandaki yerlerini sağlamlaştıran İslamcı kadınlar İslam’da kadın meselesine ve İslami bir kadın hareketinin varlığına ilişkin düşüncelerini daha belirgin olarak ifade etmeye başlamışlardır. 2000’li yılardan sonra ise konu hakkındaki çalışmalar daha kapsamlı bir biçimde oluşmaya başlamıştır. Ancak bu bağlamda kamusal alanda bu tarz söylemlere mensup kadınlara pek rastlanmaz, onlar kendilerini daha ziyade bireysel figürler olarak gösterirler ve bu figuratif halin genç kuşak üzerindeki etkisi yadsınamaz.
Toplumsallık sorunu insanın varlıksal arayışını kuşatmıştır. Kendi türüyle bir arada yaşama macerasında insan, oluşturduğu sisteme yabancılaşmış, ekonomik-kültürel-cinsel olarak belirlenir konuma gelmiştir. İnsanların toplumsal olarak kurduğu ilişki biçimleri onları özgürlük arayışına yönlendirir. Özgürlük ise karmaşık bir sorundur. Sürekli aranan, bulunamayan, alanlarının sınırlarını sorgulayan bir özgürlük. Feminizm, kadınların hem kendileri hem de ilişki kurdukları tüm varlıklar için bir özgürlük politikası geliştirme iddiasıyla ortaya çıktı. Peki, bu iddia Türkiye’de nasıl karşılandı? Türkiye’de Özgürlüğü Ararken metni bu bağlamda sorular sormayı ve onları ele almayı amaçlamıştır. Bu noktada ‘militarizm özgürlük zeminini ortadan kaldırır’ yargısı ile başlayalım. Burada yazar; iktidar, tekil şiddet biçimlerinin toplumsal ilişkiler içinde süreklileşmesidir. İktidarlar arası içkinliğin politik kurumsallaşmasına baktığımızda da karşımızda devleti buluruz, der. Devlet savaşla kurulur, savaş ise genelde ‘militarizm’ olarak tanımlanır. ‘Homojen biz’ üretilen, tek tip insan oluşumunun en görünür alanlarından biri olan militarizm, dil-davranış-düşünce ve pratiklerin sınırlanırını önceden belirler ve nihayetinde ‘düzene’ koyduğu insanı artık kimlik kart numaralarıyla tanınan bireyler olarak ‘normalleştirir’. Diğer bir yandan da militarizm kendi içinde hiyerarşik bir düzene, ast-üst, sahiptir. Bu durum ile kurulan otorite, yarattığı saygı ve korku bileşimi ile ‘aklı’ dondurur. Militarizmin ataerkil kökenli eril bir yapılanma olduğunu erkeğin iyi bir asker olmak üzere sosyalleşmesi militarizmin sürekliliği için önem arz eder. Toplumsal yapılanmanın cinsiyet rollerini edindirmedeki gücü hayatidir, tıpkı bir oğlan çocuğundan ‘erkek’ yaratma iddiası gibi. Burada kadın ise kendisine biçilen toplumsal rolünü sorgulanmadan kabullendiği müddetçe militarizme destek olur bir role bürünecektir.
Son olarak da kadınların özel hayat çerçevesinde yaşadıklarının da toplumda yankı bulması bağlamında ‘mahrem’ kavramının sorgulanması ya da dönüşümü üzerine olan ‘Toplumsal Proje ve Kadınlık Deneyimi: İslamcı Kadın Tarafından Yeniden Tanımlanan Mahrem’ metni konuyu başka bir alan üzerinden yeniden tartışmaktadır.  Burada kadının özel hayatında yaşadıklarının İslami kimliğinin kamusal alanda verdiği mücadele ve konunun başka bir boyutu olan modern kamusal alanda Müslümanlığı üzerinden kadının kimlik oluşumlarını yeniden yorumlamaları meselesi de önemlidir. Dolayısıyla dönüşüm yalnızca toplumsal hayatla sınırlı kalmayıp ‘mahrem’ in içine kadar sızmış durumdadır. Bu kez sınırların zorlanması mahrem alanın içi olan ‘aşk’ kaynaklı gelişecektir. “Aşk ilişkileri toplumsal belirlenimleri aşar ve bireye bir duruma uymaktan ziyade kendi yaratacağı bir durumun aktörü olma arzusu verir(…) Özne olan Öteki ile ilişkisi sayesinde bireyler toplumsal sistemin işlevsel unsurları olmaktan çıkarlar ve kendileri toplumun yaratıcıları ve üreticileri haline gelirler.” (9) Bu bağlamda Buket Türkmen kendi çalışmalarındaki notlar üzerinden, mahremin sınırlarının bireysel manevralarla nasıl dönüştürülmeye çalışıldığına dair birkaç örnek vermiştir. Çeşitli üniversitelerde bulunan kızlarla yaptığı söyleşiler bu meselenin kişisel irade ile ne kadar çeşitlenebileceğine dair önemli ipuçları vermekte. Üniversiteye girişte ve derste açtırılan başörtüsü için ağlayan, kız-erkek öğrencilerin kantinde birlikte oturmalarından rahatsızlık duyan, sevgilisiyle ilişkisinin sınırlarını kendi çizen, kapalı kızların ikili ilişkilerindeki davranışlarının derecesinden rahatsızlık duyan vs. öğrencilerin anlattıkları üzerinden yeniden düşünmek önemli. Bu noktada İslami kentli kadın, bir taraftan İslam zemininde kendisini kurmaya çalışırken, diğer taraftan kadınlık tecrübelerinin zorladığı bir zeminle başa çıkmaya çalışıyor. ‘Aşk’ üzerinden gelişen bu kırılmalar, kadının kendini ‘ben’ olarak görmesi, yaşadıklarını ‘akıl’ yolu ile içselleştirmeye çalışması bağlamında önem arz etmektedir.
ALINTILAR
2.       Age, s.11
3.       Antropoloji, s.216
6.       Julia Kristeva, Memoires, s.39
8.       Dickstein, 1988
9.       Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, s.264

5.   

CİNS CİNS MEKÂN / KONUTTA MEKÂNSAL ORGANİZASYON VE TOPLUMSAL CİNSİYET: YİRMİNCİ YÜZYIL ANKARA APARTMANLARI

19.yüzyılın sonlarında Türkiye’de ilk apartmanlar görülmeye başlamış, konut kültürünün değişimi ve gelişimi ise 20.yy da yerini apartmanlara bırakmıştır. Bu durumun en önemli sebeplerinden biri ise yoğun konut sıkıntısıdır. Kısa zamanda kazandığı popülerliği ise bürokrat ve askeri görevli ailelerin apartmanlara taşınmasına borçludur.
Türkiye’de apartmanlaşma sürecinde Türk mimarların etkisi ve sonrasında kat mülkiyet kanununun ortaya çıkardığı yap-satçıların konut sektöründe etkin rol oynaması etkili olmuştur. ‘Modern çağa’ ayak uydurma çabasında olan Türkiye’de ‘Türk Evi’ nasıl olmalıdır? sorusu tartışılmaya başlanmış, yeni oluşan mimarlık dergilerinde gerek yerel mimarların gerekse yabancı mimarların apartman planları yayımlanarak bu problem incelenmeye başlanılmıştır.
Apartmanlaşma süreci ve apartmanda yaşam; 1920-1950 yılları arasında erken cumhuriyet döneminde yaşanan toplumsal değişikliklerin sosyal ve mekânsal farklılıklarını inceleyerek, 1970’lerde ilk kez gecekondu yerleşmelerindeki sıkıntıları sosyolojik bağlamda inceleyerek, 1980’lerde erken cumhuriyet dönemini tarihsel olarak inceleyerek ve sonraki yıllarda ise apartmanlardaki yaşama odaklı, bu yaşamın ne türden farklılaşmalara yön verdiği gibi sorunlar incelenerek ‘apartmanlaşma’ meselesi üzerine çalışmalar yapılmıştır. 
Türk apartmanlarındaki mekânsal organizasyon incelediğinde genelde sadece farklılaşan işlevlere bakmakla sınırlanılmıştır. “Cinsiyet, konut ve mekân üzerinde yapılan çalışmalar ise daha çok geleneksel ev üzerinden ve genelde kadının ev içindeki rolü ön plana çıkartılarak yapılmıştır.“ Ankara’da yapılan apartmanlar toplumsal cinsiyet bağlamında incelendiğinde, hem hane halkının günlük hayatı hem de konuttaki yaşam alanlarının mekânsal değişimleri gibi iki ana başlık sunulmuştur. Aslında değişen ve gelişen konut kültüründe sosyal değişimin ‘plan’ düzlemine yansıması mekânların süreç içinde ne türden kullanımlara açıldığını-kapandığını, toplumsal cinsiyet okumasının gelişimi ile nasıl yeniden değerlendirilebileceğine dair önemli ipuçları sunmaktadır.
 Konut Kültürünü Etkileyen Sosyal Değişimler
Modernleşme sürecindeki değişimler kamusal alandan ziyade özel alanda görülmüştür, bunun da en önemli göstergelerinden biri konuttur. Özellikle Müslüman ülkelerde bu süreç ‘evlilik ve mahrem’ anlayışından ötürü biraz daha farklı gelişir. Ancak geleneksel yaşamın da bu değişim sürecine dâhil olmasıyla ataerkil bir yaşayıştan ‘çekirdek aile’ yaşamına geçiş, ailede farklılaşan cinsiyet rolleri bağlamında hem bu değişim sürecini hem de sürecin mekân kullanımına etkilerini farklılaştırmaya başlamıştır.  
‘Modern bir hayat yaşamak’ Cumhuriyet Türkiye’sinde önemli bir tartışma alanı oluşturmuştur. Bu durumu yayımlanan kitaplardan ve o kitapların içeriklerinden de görebilmek mümkündür. Örneğin Mithat Efendi’nin ‘yatak odası’ işlevinde ayrı bir odanın olması gerektiğini belirtmesi ve bu durumu bir ‘yaşam tarzı’na dönüştürme gayreti fiziksel değişimlerin zorlu ve problemli bir süreçten geçeceğinin göstergesi niteliğindedir. Bu noktada kadına biçilen ‘ev işleri (özellikle yemek pişirmek)’ için faaliyete geçen enstitüler aslında bir yandan da kadını ev dışına çıkarmıştır. Kadının ev ‘dış’ında da görülmesi ise süreç içersinde onu fabrika ve hastane gibi kamusal alanlarda da görünür kılmıştır. Ancak bu durum yine de kadının ‘ev içindeki görevini’ paylaşılabilir kılmamış bunun yanı sıra kadınlar arasında da sosyo-ekonomik bir ayrıma neden olmuştur(hizmetçilik gibi..). Ayrıca kadınların ev ekonomisine getirdikleri destek ve tüketici toplum yapısının daha geniş kitlelere yayılması, bunun yanında gelişen sıcak su-dondurulmuş ürün kullanımı gibi durumlar giderek gündelik hayatı ve toplumsal yaşayışı değiştirmiştir.
Tüm bu sosyal değişimler, yaşamın önemli bir paydasını oluşturan konut planlamasında da süreç içersinde değişim göstermiştir.
 Apartman Planlarının Mekânsal Analizi
“Toplumsal cinsiyet rol ve ilişkilerinin mekânsal olarak düzenlenebilmesinde, konut içinde yer alan mekânların birbirleri ile ve konutun da dışarısı ile ulaşılabilirlik ve görsellik açısından nasıl ilişkilendirildiği, bir diğer deyişle örgütlendiği, kritik rol oynar? Bu örgütlenmede temel hedef, toplumsal cinsiyet rol ve ilişkilerinin gerektirdiği farklı mahremiyet durumlarının sorunsuzca oluşabilmesini sağlayabilmektir.”
Cinsiyet rollerinin nasıl oynanacağı ve ilişkilerin ne türden yöntemlerle kurulması gerektiği ‘mahremiyet’ üzerinden mekânı örgütler. Bu durumun toplumsal yapıdaki yansımasını Türkiye’de apartmanlaşma sürecinde görebilmekteyiz. Yazar bu süreci 1920’lerden başlayarak 10’ar yıllık periyotlar şeklinde aktarmıştır. Ancak geleneksel konut tipolojisinden apartmanlaşmaya geçiş sürecindeki ilk örneklerde bu iki tip arasında neredeyse birebir uyum gözetmeye çalışmak ‘ev içi görsel mahremiyet’ konusunda bazı yetersizliklere sebep olmuştur. Çünkü geleneksel konuttaki sokak-avlu-merdiven-sofa-oda dizilimini apartman tipolojisine uygulandığında apartman kat holünün direk ev içine açılması mahremiyeti çözümleyemeyen bir sorun olarak görülmüştür. 1928’de tasarlanan Firuzağa Apartmanı’nda çözülmeye çalışılan durum mutfağın konumuyla ilgilidir ve mutfağı girişe yakın olsa da mutfak kapısı fiziksel ve görsel olarak uzakta bulunmaktadır. Burada mahremiyet kadın-mutfak ilişkisinden kaynaklıdır. Ancak yine de ‘apartmanın mahremiyet sorununu’ çözememesi 1930 ve 1940’lı yıllarda ‘hol ve antre’ gibi ara mekanların kurgulanmasıyla ciddi bir değişikliğe neden olmuştur. Bu durum ev içinde bir çeşit kamusal(misafir-hizmetli)-özel(ev halkı) ayrımı oluşturmuştur. Ancak bu zamansal aralıkta çözüm bekleyen daha birçok problem vardır. Örneğin; birden fazla girişli hollerin bulunması, antre-holün yanı sıra odalar arası geçişlerin de bulunması, bir odanın birden çok kapısının bulunmasıdır. Dolayısıyla henüz görsel alan kontrolü tam olarak sağlanamamıştır. 1950’lere gelindiğinde ise, bir önceki dönemin problemi olan odalar arası bağlantının kesilişi ve gerektiğinde tek mekân olarak işleyebilmesi adına getirilen çözümler kişisel mahremiyete verilen önemin artışına bireyselliğin önem kazanmasına yol açmıştır. 1960’lar da konuttaki en kamusal alan olarak sınıflandırılan salon büyüklüğü artmış bunun yanı sıra içinde iş odası ve sofa gibi yarı kamusal denilebilecek alanlarında örgütlenmesine olanaklı hale getirilmiştir. 1970’lerle birlikte mutfak ve salon giriş holünden ulaşılan birincil mekânlar olarak tasarlanmıştır. Ayrıca bu dönem de ‘gece holü’ nün oluşumu banyo ve yatak odalarını evin en mahrem alanları olarak ayrıştırmıştır. 1980’lerin sonlarında ise mutfak boyutları büyütülmüş(elektronik alet kullanımın artışı ve onların kapladıkları yerden ötürü), ebeveyn yatak odalarının içine özel banyolar konulmuştur.
Sonuç
Konut kültüründe yaşanan değişimler, apartmanlaşma süreci ile bir sorunsal olarak tartışılmıştır. Değişimler, gelişen ve farklılaşan sosyo-ekonomik yaşamın toplum içinde, aile içinde ve bireylerin kendi içlerindeki değişiklikler ile gözlenebilir hale gelmiştir. Ancak toplumsal cinsiyet bağlamında bakıldığında bu konu genellikle kadın-mahrem ilişkisinde değerlendirilmiştir. Bu durumu en görünür kılan süreçlerden biri de yukarıda bahsi geçen apartman planlarındaki değişikliklerdir. Ev içi yaşama pratikleri, aile içi hiyerarşik düzen ve toplumsal sınıf farklılıkları da bu değişimlerin gözlemlenebildiği alanlardır. Tüm bu planlama sürecindeki değişimler kadının evdeki ‘görünürlüğünün’ nasıl bir yol izleyerek geliştiğine dair ışık tutmaktadır. Kültürel değişimi Ankara apartman örnekleri üzerinden analiz etmek konutta mekânsal organizasyon ve toplumsal cinsiyet bağlamında bir adım olmuştur.