26 Kasım 2014 Çarşamba

Form / Deformation / Transformation / Performance

zaman-mekan

“Bir yeri terk edin, örneğin bir evi. Ve mesela beş yıl sonra geri dönün. Orası değişmiştir. Bunu söylediğimizde dahi zamandan değil yerden bahsediyoruz.”* O halde nasıl oluyor da zaman ve mekanı iki ayrı şey gibi düşünmeye çalışıyoruz? Belki de sırf bu sebeple zaman ve mekan değil de zamanmekan demek faydalı olabilir(mi).

“Mekân içindeki fiziksel hareket olmak yerine, zihinsel bir hareket, anımsama (recollection) olarak tanımlar zamanı Deleuze. Şimdi, sürekli olarak geçmişe dönüştüğü, geçmekte olduğu için, bu kayma, geçme eyleminin ta kendisidir. İkisini birbirinden ayırt etmek, zamanı doğrusal bir akış olarak kavramak olanaksızdır der Bergson: “Bu geçiş ne doğrusal, ne de kronolojiktir, çünkü zaman sürekli olarak ikiye yırtılır, bir yandan belirsiz bir gelecek yönüne kayarken öte taraftan mutlak bir geçmiş içinde kaybolur.”” **

* ’14 Kasım ADT seminer/ Bülent Tanju

**zaman-mekan ve mimarlıklar/ Bülent Tanju

21 Eylül 2014 Pazar

Gökyüzünün siyahlığı yerini maviye bırakmaya başlarken, hafif hafif kızıllığını da serpiştiren güneş ile birlikte derin bir nefes aldı kız. İyot dolu, huzur dolu bir deniz kokusu doldu nefesine. Kötü uyandı aslında, kabuslar vardı tüm gece rüyasında. Ama öyle güzeldi ki gün, gökyüzü... Aynanın karşısına geçti sonra. Başta çok zorladı kendini, gül bakalım, gülmelisin, hadi ama! Sonunda baktı aynadaki suretine, başlamış gülmeye ya da en azından tebessüm ediyor. İşte şimdi gerisi gelirdi artık. Ne yazmıştı o pembe kağıda, her sabah uyanınca görsün diye: "Bugün yeni ve umut dolu bir gün olacak". Birçok şeyi yapamazdı, beceremezdi, belki de elinden hiçbir şey gelmezdi dünyayı, kötülükleri değiştirmek için. Ama inanmak öyle mi? Hiçkimse karışamazdı buna, engelleyemez, müdahale edemezdi. Inancı ve suratına zoraki de olsa yerleştirdiği tebessümüyle indi sahile. Öyle yumuşaktı ki kumlar, terliklerini eline alıp devam etti yürüyüşüne. Ne tuhaftı ten, hissetmek. Huzur aramak, mutluluk aramak ne saçma bir şey diye düşündü o an. Insan arayarak bulamazdı ki huzuru. Izin vermeliydi sadece, bırakmak kendini, telaşı, düşünmeyi. Tek yol buydu işte. Ama insan beyni bu rahat durur mu hiç. Bir yudum huzur bul yeter ki, bir vesvese yığını üşüşür ki beynine sorma! Hiç anlamadan kaptırıverirsin kendini düşüncelere, bir de bakarsın hem o an, hem o anın büyüsü hem de huzurun kaçmış, gitmiş...
Giden anı yolcu edip, devam etti kız yürüyüşüne ancak daha fazla sabredemedi, daha doğrusu erteleyemedi endişelerini. Bir bank bulup ilişti kıyısına. Evden çıktığından beri elinde sıkı sıkıya tuttuğu mektubu açmaya başladı, usul usul...
Gelen son birkaç mektuptan bir şeyler sezmişti aslında. Sormuştu da üstelik neler olduğunu. Ancak hep kaçamak yanıtlar vardı her gelen mektupta. Ama bu sefer ki başka. Bazı yerler çok kararlı, öyle her şey açık açık yazılmış. Bazı yerler var ki titremiş harfler, boynu bükük biraz, tereddut girmiş araya. Fakat karar vermiş yazan bir kez, anlatacak her şeyi, çünkü belki bu, belki de son... 
Sezmek başka, okumak başka şey. Sezsen, inkar edebilirsin, olmaz, benim kaygılarımdır diyebilirsin. Kandırabilirsin yani kendini. Ama okumak öyle mi. Okuyup anlamak, görmek, inkar edememek. 
Mektup demek; uzak demek, dokunamamak demek, görememek, duyamamak... Belki de o yüzdendir hani, o öpüşler mektupları. Onun eli, kokusu, ruhu değdi ya yazarken. Bir yakınlık, bağ kurma arzusu. Özlem dolu, kucak kucak... Özlemek, ama bir şey yapamamak. O orada zoraki, kız burada özgürlüğünde sürgün. Öyle bir çaresizlik ki! Tüm bu gözyaşları aksa, karışsa şu denize. Silip süpürse deniz, tüm o dertleri, çaresizliği, uzaklığı... Bir yol olsa, bir yolu olsa, ahh bir yol olsa...

16 Haziran 2014 Pazartesi

"Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır... Bu da gösterir ki, zaman ve mekan, insanla mevcuttur!" 
                                                                                                      Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.33

2 Haziran 2014 Pazartesi

24 Nisan 2014 Perşembe

 
Can suyunu aldıktan sonra toprağa tutunmak gerek,
Yağmurdan kardan beslenmek,
Tüm kırmızıları kıskandırarak taçlanmak,
Ama yine de korumak kendini,
Sevmek ve sevilmek,
Her şeye rağmen,
Terk edenlere hoşçakal demek,
Gelenlere hoşgeldin,
Sonra bahara hazırlanmak gerek,
Belki biraz budanmak,
Daha gür,
Daha güzel,
Daha sevilesi olmak için...
Yeniden yağmurlarda ıslanmak gerek,
Sonra beklemek,
Beklerken ölmemek,
İnadına tutunmak hayata,
Belki sonra,
...
Ama yine de vazgeçmemek,
Her şeye,
Herkese,
Hatta kendine rağmen,
Bir türkü tutturmak belki,
Ya da sadece dinlemek,
Sonra farkında olmak gerek,
Bak ne diyor üstat:
"Hayat kısa, kuşlar uçuyor"
Belki de sırf bu yüzden,
Şöyle durup,
Derin bir,
Nefes almak,
Gerek!

8 Nisan 2014 Salı

       “Anlatabilmek için anlatılacakların olgunlaşmasını beklemek lazım. Bir acıyı zamansızca anlatmak dokusunu bozar, beklemek lazım.” (Ayfer Tunç, Dünya Ağrısı, s.71)

Bazen bazı sözlerin üzerine söylenecek hiçbir söz olmaz. Ama yine de alamazsın ya kendini, yani bilirsin yazılan her şey, hiçbir şeydir aslında. Fakat Cem Karaca ‘Bence artık sen de herkes gibisin’ diyorsa, Nazım’ı anıyorsan en sevdiğin dizeleriyle, karışıyorsun işte…

Çoğu zaman öyle zor ki anlatabilmek, bu yüzden belki de uydurduğumuz hikâyeler, dinlediğimiz şarkılar, çektiğimiz fotoğraflar. Yerini tutar mı peki? Zor, sorunun kendisi daha zor. Çünkü düğümlenen o şeye yenik düşmemek için itmek istiyor insan, başını çevirmek, başka bir şeyler düşünmeye çalışmak. Kaçmak mı peki bu, yüzleşememek, ya da belki dayanamamak. Acı unutulmaz ki zaten, üzerini örtersin işte, içini ısıtmasını istediğin bahara sarılırsın sımsıkı. Geçmez belki ama konuşmaya başlayabilirsin o zaman, kendin bile inanamazsın sonra, sanki başka birisindir o an, kendine yabancılaşmak böyle zamanlarda mı başlar? Bilim kurgu filmlerindeki gibi başka zaman aralığında devam eder o an, tek fark istediğin hatta istemediğin bir an dönebilirsin. Ne çok şey var anlatamadığımız. Bu yüzden belki tüm o ‘mış gibi’ hallerimiz.

Çünkü: Hayat diye bir şey yokmuş, bizim hayat dediğimiz bir şey varmış…


13 Mart 2014 Perşembe

Özlemek zor, hele bir daha hiç göremeyeceğini bildigin birini özlemek daha zor...
Hani denir ya; karla karışık yağmur,
Tam da böyle bir şey iste,
Aci ile karışık özlem...

11 Mart 2014 Salı


Gün aynı değil ama yaşananlar neredeyse aynı. Yorgunluk var bir de tabi. Neden mi? Uzunca bir liste olabilir bunun için, olmaya da bilir. Sonra kelimeler geliyor, kelimeler ne kadar kimsesiz. Hep birlikte bekliyoruz, aynı şeylerle kodlanmış bir sürü insan. Adam kırmızıysa bekle! Ama o adam bugün sadece kırmızı değil ki, bugün onun yüzü var.
Mesela ‘Hastane koridorunda beklemek’ diye bir şey var. Sadece bekleyenin bildiği. O koridorda umut hiç eksilmez, ‘aksi durumda ne olur’ diye düşünülmez. O nefes kesilmesin diye her şey yapılır, elinden hiçbir şey gelmese bile… Evet hayat devam eder, bekleyen için de hiç haberi olmayan için de. Yemekler yenilir, o yemeklerin tadı olmaz ama, uyunur mesela, uyku gibi olmaz ama, işe gidersin belki, yani evet o görünmez döngü dönmeye devam eder, zayıflar ama devam eder işte. Bazen de o umut, o bekleyiş, yok olur, geriye sadece boşluk, acı…
Ben diyorum, keşke bilmeseydim o ismi, bu ülkede ki bu dünyada ki hiç kimse, ailesinden arkadaşlarından başka hiç kimse bilmeseydi. Kimse ama kimse bilmeseydi de…
Öyle kolay yazılmıyor bugün,
Bugün hayat hiç kolay değil,
Bir sürü şey var bugün,
Hiçbir şey yok bugün,
‘Vicdan’ neredesin bugün?


Elinde ekmeği, çocuk olmak çok zor bugün!
                                                                                                       #berkinelvan

26 Şubat 2014 Çarşamba

Gercek/R

"Gercek simdiki an, gelecegi yeyip bitiren gecmisin ele avuca sigmaz ilerleyisidir. Isin gercegi, her turlu duyu, bellegin parcalarindan baska bir degildir." H. B. 
Bunu okuyunca déjà vu geliyor aklima. Bellegin parcalari, -mis gibi olma hali... Gercegin ne oldugu var bir de. Ornegin her gun kalkipta bugun gunes dogudan dogup batidan batacak mi diye kontrol etmiyoruz. (Boyle bir davranis ciddi anlamda bir tekinsizlik yaratirdi zaten ya da akil ile ilgili bir suphe-bu akil ve delilik meselesi de zaten 'gercek'lik arayisinda onemli bir nokta). Gunesin dogmasi ve batmasi bir gerceklik. Ama bunun ifade araci olan 'dil' bir uretim, bir kabul yalnizca. 'Gunes' 'dogu' 'bati' uretilen, kabul goren. Yani ifade araci degil ama ifade edilenin kendisi bir 'gerceklik'. Metaforsuz ama nerdeyse ona acik bir durum. Durum yanlis kelime olabilir belki de buna olay demek gerekir. 
Bu nokta da belki 'gercek' diye adlandirdigimiz bir cok sey bir 'kabul' den oteye gecmemekte. Burada 'farkindalik' ciddi bir cozum araci olabilir. Ister toplumsal ister uluslararasi olsun kabul sadece kabuldur ve yalnizca bireyi topluma dahil eder. O halde gercek hepimizin ortak paydasi degildir ve degiskendir. Bazen de bazi durumlara boyle bakmak faydali olabilir. 

8 Şubat 2014 Cumartesi

İSTANBUL’DA BİR MERHAMET HAFTASI / MURAT GÜLSOY




Max Ernst’in kitabından alınan 7 resim, haftanın 7 gününde, birbirini tanımayan 7 kişiye gönderilir ve roman başlar…
Kitabın arka kapak yazısında “…yazıdan bir aynaya bakmaya çağırıyor okurunu. Anlamı kendinden gizli bir dünyayı seyre dalan insanların zihinlerinde geziniyoruz. Bir şeye, dünyaya, insanlara bakmanın kendimize bakmak; kendimize bakmanın bir şeye, dünyaya, insanlara bakmak olduğunu hissederek...” yazıyor.
Sahi, ‘bakmak’ kendimize, dünyaya, bir şeye ya da insanlara nasıl gerçekleşir?

1.resim: İçeride büyütülenler bazen öyle bir hal alır ki, bu sizi ‘ötekileştirir’. Ötekileşen ise bakılana dönüşür bir anda, belki tek yaptığı elinde bir çiçek beklemektir gelecek olanı, gelip de o kükreyen başı ehlileştirecek olanı.
2.resim: Bakma yatağımın beyazlığına, aldanma yumuşaklığına. Görmüyor musun etrafım siyah, karanlık. Tablolar bile yarım. Ya da çevir gözlerini benden de bak ayaklarının dibine, azgın sularda çırpınan adamları da mı görmüyorsun. Gelme, ben sana gel desem de!
3.resim: Yalnız tablolarda görünüyorsa doğa, perdeler ile gizleniyorsa dünya, kadının kanatları, adamın dizlerinde hale normal olamaz mı acaba? Adam yapraklı bir platformun kıyısında hem sabit, hem uçacakmış gibi hem de başı önde. Saygıdan mı bilmem ama şapka elinde, kadının eli adama dokunmak üzere, belki tereddütte.
4.resim: Birçok baykuş gecenin zifiri karanlığında avlanır. Belki bu yüzden adamın kafası baykuş, yan yana iki otel odası, ikişer kere yazılmış oda numaraları. Kadında gecenin karanlığına bir maske ile karışmış. Belki biraz çekimser. Adam ikna çabalarında gibi. Peki, o yerde ki kocaman gözü fark etmişler midir?
5.resim: Semadan dünyaya geçişin en verimli figürü müdür kadın? Önünde bir kase dolusu yumurta, küçücük. Ve öyle küçük kalmış ki horoz, belki adam, kendisine göre dev bir yumurtanın üzerinde, başı yukarda, zannedersin tüm dünyaya hakim… Merdivenlerin sonu her zaman güzel bir manzaraya çıkar mı?
6.resim: Şu anatomi ne tuhaf şey. Okullarda numaralandırılan yarım iç organ maketleri (öyle mi denir bilmiyorum) geldi aklıma. Bağırsakların arasına sıkışmış kadın ve adam. Sanırım adam kurtarmış kendini de, yazık kadın sadece ayaklarını çıkarabilmiş. Ahh o kurukafa yok mu,yalnızca cehalet mi şimdi bu?
7.resim: Kadın; yumuşak yerlerde de olsan, zifiri karanlıkta da, uzanmış da olsan, gözlerin hep kurtarılmayı bekliyor sanki. Bir yere kurdeleler ile bir yere omurga ile sabitlenmişsin. Ne ile olduğu önemli mi, kurdele olması o çivilenme etkisini azaltır mı hiç?

…işte bunlar her resme ilk baktığımda aldığım kısa notlar. Yazarın oyununa katıldım ben de kendimce. Okumayanlara da şiddetle tavsiye ederim. Murat Gülsoy’un kitapları ile bir kez tanışanlar, sanırım ondan ayrılamayacaklar…







16 Ocak 2014 Perşembe

       ilk cümlenin ne olacağını bilememek, yazdığınız tüm kelimeleri silip yeniden ve yeniden denemek, büyük harfle ya da üç nokta ile başlamak, 'bir şey söylemek istiyorum, benim için önemli, belki de sadece benim için önemli' diye en güzelini aramak, eğer ilk cümlem olursa yani 'güzel' olursa sonrasını da iyi ifade edebilirim diye düşünmek, ne önemi var canim bir başlayım elbet devam ederim demek.... 
Bunlar benim ilk anda ilk cümle için aklıma ilk gelenler (Meğer ne çok ilk varmış). Belki bazıları doğrudur, kim bilir ya da belki ilk cümle önemlidir ya da biz öyle olsun isteriz. Bundan birkaç ay evvel elimde bir kitap oturuyorum. Yanımdakilerden birisi kitaba bakmak istedi, ben de kitabı ona uzattım. İlk cümleye baktı ve 'acaba bu kitabın ikinci cildi ya da devamı mı, hiç ilk cümle gibi olmamış' dedi. O zaman hiç unutmadıgım, ki ben hiç hatırlayamam, ilk cümle geldi aklıma. 'Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum'. Okuyanlar ve müzeye gidenler bilir; Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi. Onca yıldır hala hatırımda, belki de bu ilk cümle meselesi önemlidir. Bu arada az önce bahsettiğim kitap, ikinci cilt falan değildi, yani o da bir ilk cümle. Belki de bu ilk cümle meselesi önemsiz bir şeydir.
Asıl yazmak istediğime henüz başlayamadığıma göre belki de bu ilk cümle meselesi sahiden önemlidir... 

2 Ocak 2014 Perşembe

Bunun yalnızca bir 'dışavurum' olması gerekiyor oysa!