24 Aralık 2012 Pazartesi

''Bizim kalbimiz hep kırıktır çocuk. Ama, yinede eksik etmeyiz sol cebimizden umudu... '' 
                                                                                                                                            Nazım Hikmet
 
En çok da bu yüzden seviyorum ya Nazım'ı..

17 Ekim 2012 Çarşamba


“…..Tam da algılama, şey tiplerini, yani kavramları topladığı içindir ki, algı malzemesi düşünce açısından kullanılabilir hale gelir; tersinden söylersek, duyu malzemesi olmasaydı zihnin düşünmesini sağlayacak bir şey olmazdı.” (s.15)

“…. Algının yararlı olması için, şeylerin türleri hakkında bilgi vermesi gerekir; aksi takdirde organizmalar, deneyimden yarar sağlayamazlar.” (S.45)

 “Gözlemci bir ortamda hareket ederken, ortamın bütün bileşenlerinin izdüşümsel büyüklükleri de buna uygun olarak değişir. Ortam bir bütün olarak, birleşik ve tutarlı bir büyüklük değişimine maruz kalır.” (s.58)

“Nesneyi görmek, nesnenin kendi özelliklerini, ortamının ve gözlemcinin ona dayattığı özelliklerden ayırmak demektir.” (s.71)

“…Ressam George Braque şöyle bir gözlem yapmış: ’Fincanın yanındaki bir kahve kaşığını topuğumla ayakkabımın arasına yerleştirdiğimde derhal farklı bir işlev kazanıyor. Bir ayakkabı çekeceğine dönüşüyor.’ Bu tür bir işlev değişimine, belli bir algısal yeniden yapılanma eşlik etmektedir- örneğin kaşığın sapı, bir tutamaçtan bir manivelaya dönüşmektedir. Nesnenin buna rağmen korunan kimliği/ özdeşliği de kahve kaşığı ile ayakkabı çekeceği arasındaki sözel ayrım sayesinde etkisiz kılınmaktadır. Daha genelde dil, algılamanın şeyleri saf şekiller olarak görme eğiliminin dengelenmesine katkıda bulunur.” (s.267)

Dil, düşüncenin başlıca araçları olan diğer algısal ortamlarla etkileşime girer; ‘bitmiş düşüncenin üzerine konmuş nihai etiketten’ daha fazlasıdır. … Dil algısal deneyimde oluşturulmuş kavramları onaylayıp koruyarak, düşüncenin örgütlenmesini etkiler…” (s.270)

“Nesneler, gözlemciden giderek uzaklaşırken küçülürler, oysa bu nesneler aynı büyüklükte kalıyor gibi görünmektedir., hareket, mesafeyle birlikte hızlanıyor gibi görünür, oysa aynı zamanda sabit kalıyor gibi görünmektedir. Öklidçi terimler açısından çelişkili olan bu fenomenler, yine de görsel dünyanın akla yatkın tutarlı görünümüne uygun düşmektedirler, çünkü algısal uzamın homojenlikten yoksun olması, görme deneyimine sabit bir koşul olarak dahil edilmektedir.” (s. 325)

“Görsel algı, niteliklerin, nesnelerin, olayların imgelerini sağlayarak kavram oluşumuna zemin hazırlar. Gözlerin doğrudan ve anlık aldığı uyarının çok ötesine uzanan zihin, bellek yoluyla ulaşılan geniş imgeler alanında iş görmekte ve bütün bir hayat deneyimini bir görsel kavramlar sistemi olarak örgütlemektedir. Zihnin bu kavramları manipüle ederken kullandığı düşünce mekanizmaları, doğrudan algının yanı sıra doğrudan algı yoluyla depolanan deneyim arasındaki etkileşimde ve ayrıca sanatçının, bilimcinin, daha doğrusu ‘kafasındaki’ problemlerle uğraşan herhangi birinin tahayyülünde de iş görmektedir.” (s. 327)

“Nasıl oluyor da retinadaki iz farklı algılara yol açabiliyor? Farklı gözlemciler tam olarak neyi farklı görüyorlar?” (s. 335)

“…Algı ve kavrayış birliği, zihinsel anlayışın imgenin alanında gerçekleştiğini ima etmektedir… Resim nesnenin kendisini değil, nesne hakkında bir önermeler kümesi sunar.- nesneyi bir önermeler kümesi olarak sunar da diyebiliriz.” (s.341-342)

15 Ekim 2012 Pazartesi


“…….Benjamin’e göre algı tamamen geçici ve kinetikti; modernitenin, düşünmeye dalan bir gözlemci olasılığını bile nasıl ortadan kaldırdığını açıkça gösterir. Tek bir nesneye hiçbir zaman saf bir biçimde erişilemez; görme her zaman çoğuldur ve başka nesneler, arzular, vektörlerle yan yana ve üst üste yaşanır. Müzenin donuk alanı bile her şeyin dolaşım halinde olduğu bir dünyayı aşamamaktadır.” (S.33)
“Gözümüz için, belirli bir uyaran karşısında edinilen izlenimde değişeni ve yeni olanı kaydetmektense, daha önce sık sık üretmiş olduğu bir imgeyi yeniden üretmek çok daha kolaydır.” Friedrich Nietzsche (s. 110)
“Görme daha önce niteliklerin algılandığı bir deneyim olarak kavranırken (Goethe optiğinde olduğu gibi), şimdi artık niceliksel farklılıklarla ilgili bir mesele haline gelmişti. Ne var ki algıya bu şekilde yeni bir değer biçilmesi, cebirsel homojenleştirilmesi vasıtasıyla duyulardaki niteliğin silinmesi, modernleşmenin çok temel bir parçasıdır.” (S.160)

9 Ekim 2012 Salı

"........ görüntü/imge görülebilir olanın tekelinde değildir. Öyle bir görülebilir vardır ki görüntü/imge oluşturmaz; öyle görüntüler/imgeler vardır ki tümüyle sözcüklerden oluşmuştur. Ama en güncel görüntü rejimi söylenebilir ile görülebiliri ilişkiye sokan rejimdir ki, bu ilişki söylenebilir ile görülebilirin hem benzerliği hem de benzemezliği üzerinde oynar...... " s.10

"Şeyin taklidi yerine şeyin izi, başkalığının çıplak kimliği; söylem figürlerinin yerine görülebilir olanın yorumsuz, -anlamsız maddiliği- işte imgenin çağdaş kutlanması ya da nostaljik yad edilmesi bunu talep etmektedir: içkin bir aşkınlık, imge/görüntünün bizzat maddi üretim biçimiyle güvenceye alınmış şanlı özü..." s.12

"Temsiliyet rejimi benzerliğin belli bir başkalaştırımının rejimidir, yani söylenebilir ile görülebilir arasında, görülebilir ile görülemez arasında belli bir ilişkiler sisteminin rejimidir." s.15

"Görüntü/imge bir anlamda şeylerin dilsiz sözü gibi kalplerine gelip yerleşir." s.16

















                                                                                   Cümlelerin altı çizilir, yeniden yazılır okunanlar..

16 Eylül 2012 Pazar


“Doku gözle olduğu kadar parmakla da hissedilebilen bir varlıktır.


Maddenin dokusunu parmaklar hisseder fakat onun estetigini göz görür.

Parmak uçları ile bir kadifeye dokunmak, bir kürkü oksamak bize haz verir.

Bu dokunustan zevk alırız, fakat bu zevk hiçbir zaman bedii bir heyecan, estetik duygunun yerini tutmaz.

Dokunun estetiği gözle duyulur.

Bu bakımdan doku görümsel bir elemandır.

Parmakların rolü belki dokunun idrakinde göze yardımcı oluşundadır.
 Göz parmakların yordamı ile maddeyi daha iyi tanır.”

9 Eylül 2012 Pazar


Masada biriken kitaplar, defterler… Ben başında oturmuşum, yazmayı bekliyorum. Dakikalar geçiyor, sonra saatler, ben oturuyorum. Biliyorum orada tüm yazacaklarım ama çıkıp düşmek istemiyorlar kalemime. Toz bulutu gibiler biraz, orda durum karmakarışık, göz gözü görmüyor, ama ben hala biraz ilerde/geride duruyorum, kestiremiyorum. Sadece aynı yerde değiliz, bunu biliyorum. Pirsig’i alıyorum elime, ilk cümleleri okuyorum sonra son sayfayı. Tam 374 sayfa debeleniyor kavradığı şeyi sonlandırabilmek ve daha da önemlisi söyleyebilmek için. Ben onu birkaç yıl evvel okumuştum, o gün bugündür nereye gitsem onu da götürürüm kitaplığıma. Üç ayrı yerde kitaplığım var benim. Tüm kitaplarımı seviyorum, okuyamadıklarımı da. Hatta belki de sadece kitaplarımı seviyorum, kendimin, hayatımın yerine de. Bilmiyorum. Her neyse… Bir de sarı defter var masada, A5 boyutunda, ona sadece not almayı becerebiliyorum, bir de turuncu ‘vitality’ kapağını seviyorum. Daha büyük kağıtlar getiriyorum sonra, bazıları dolu, bazıları boş. Başlıkları yazıyorum büyük harflerle, büyük harfleri el yazısında kullanmak zor gelir hep, yanlış yazacakmışım gibi bir his, yanlış olsa ne olacaksa sanki. Bir süre de o dört cümleyle bakışıyoruz birbirimize. Ben kahve almamak için tutuyorum kendimi saatlerdir, ama itiraf etmeliyim ki o arada birkaç fincan çay götürdüm. Tuhaf bir histeri gibi gelir hep bu alışkanlıklar, öyle belki de. Ama hala makul şeyler yazamıyorum, yazamadığımı da yazarak anlatabiliyorum sadece. Ben bu ilişki biçimini çözemedim bir türlü, o yüzden hep merak ederim şizofreniyi. Ve Dostoyevski’yi böyle zamanlarda daha çok severim.
Arnheim ve Fowles da var masada. Aynı saptamalara varabiliyoruz çoğu zaman her ikisiyle de ama anlaşılan bu gece onlar da bana pek yardımcı olmayacaklar. Oysa çok kararlıydım bugün biraz ilerlemeye, bir de zihnim aynı hedefe kilitlenebilse…,
Peki şimdi kimi getirmeli masaya?
 

5 Eylül 2012 Çarşamba


1.How do we see the motion of an object?

2.How do we see the stability of the environment?
3.How do we perceive ourselves as moving in a stable environment?
Yalniz kaldi o masada oteki kalem
Bu defter o masadaydi oysa
Oteki kalem su kitabin arasinda kalmis
O masada su kitapta olsaymis oteki kalem bu deftere yazabilirmis
Ama hepsi baska sahnede bulmuslar kendilerini ve birbirlerini...

23 Ağustos 2012 Perşembe


“Evin gerçek niteliği bir huzur yeri olmasıdır. Yalnızca her türlü incinmeye değil; her türlü korkuya, kuşkuya ve anlaşmazlığa karşı da bir sığınak. Böyle değilse eğer, orası bir ev değildir; dışardaki yaşamın gerginlikleri evin içine sızarsa ve karı ya da koca dış dünyanın o uyumsuz, sevgisiz ya da düşman toplumun eşikten içeri girmesine izin verirse orası ev olmaktan çıkar; dış dünyanın, üzerine çatı çekip içinde ateş yaktığımız bir parçası olur yalnızca. Bir ev ancak kutsal bir yer, bir Vesta* tapınağı, bir aile ocağıysa….bir evdir.” (John Ruskin, Sesame and Lilies, p.136-37)
*Yunan mitolojisinde aile ocağını koruyan tanrıça olan Hestia’nın Roma mitolojisindeki karşılığı
………… “Kutsal” ve “dünyevi” sözcükleri birbirine tam anlamıyla zıt değildir kuşkusuz. Sanayi Devrimi’yle kutsal sığınağa büyük bir özlem doğdu ve işçiler ilk kez karşılaştıkları dertleri dile getirecek, bu zorlu mücadelede onlara destek olacak sözcükleri bulmak için dine yöneldiler. Bu koruyucu imaj arayışı toplumun daha da geniş kesimlerine yayıldı; mabetlerin dinsel imajlarına yöneldiler. Açıkçası, ‘ev’ manevi sığınağın dünyevi versiyonu haline geldi; güvenliğin coğrafyası kentsel merkezin mabedinden ev içine kaydı. ……………… (s.38)

…………….. Dünyevi bir toplumda kutsal bir sığınak yaratmanın kültürel zorluğu. Sığınağın tasarımı özel bir sorun olarak ortaya çıktı: Katedral gibi muazzam bir yapının nitelikleri bir evin boyutuna nasıl uydurulacaktı? Üstelik katedral, kaos içindeki bir dünyada bir mükemmellik örneğiydi; hangi mükemmellik kuralı insanlara evde güvenli bir liman sağlayabilirdi ki? ……………. (s.43)

‘Kadın ve ev’ içinse şöyle yazmış(????!!!); …… “geri çekilip sığındığı bir yer değil, kadının savaş alanıdır, arenasıdır, sınırıdır, dünyasıdır. Ev, kadın için savaş halindeki yaşamdır, erkek iççin ise dinlenme halindeki yaşamdır… Kadının, etkinlikleri için başka bir dünyası yoktur… Bizzat, varoluşunu getirdiği gereksinimler dolayısıyla kadının, erkeğinkinden farklı bir ev idealine sahip olması gerekir.” (Gwendolyn Wright, Moralism and the Model Home, p.292) 

19 Haziran 2012 Salı


Bazı hikâyeler iç titretir…
Uzun zamandır yanımda taşımış ama bir türlü kapağını açmamıştım. Bir süre önce ilk birkaç sayfayı zar zor okudum. Ama inatçıyımdır, büyük bir çoğunlukla bir kitabı yarıda bırakmam, daha doğrusu bırakamam. Sonunu merak ettiğim için değil de yazarla ve hikâyeyle kurduğum ilişkiye dürüst davranmamış gibi hissettiğim için. Belki de başka bir sebep, bilmiyorum.
Dün kötü bir haber aldım, henüz gerçekleşmemiş ama gerçekleşeceğini bildiğim ve o zaman neler yaşayacağımı az çok tahmin ettiğim bir haber. Bunun için önce kızdım, sonra üzüldüm ve sonra yeniden üzüldüm…
Bugün ise içimden hiç çalışmak gelmedi, oysa yapacak işlerim birikmeye başladı bile. Elimde ise sadece o kitap vardı. Kaldığım yerden okumaya devam ettim, elimden hiç bırakmayasıya, yer yer öyle titredi ki içim, tabiri caizse tüylerim diken diken oldu. O sırada aklımdan alakalı alakasız milyonlarca şey geçti, unuttuklarım bile geldi hatırıma. Nasıl bu kadar etkili yazabildi diye düşündüm ve beni neden bu kadar etkiledi? Cevabı seziyorum, sadece dillendiremiyorum. Bir kehaneti dile getiririm belki diye biraz da korkuyorum. Nerdeyse her cümlenin altı çizilebilirdi ama elim sadece şu üç bölüme gitti.
“Unutarak yeniden bildim.”
“Ömür bir ok, zaman bir yay, bir el o yayı görmüş, sen o yayı attın tut. Aldığın her nefes, keseden akmakta olan bir kum tanesi, kese ortalanmış ve sen kumu tükettin tut.”
“Sır layık olmayana ifşa olunmaz.”
Her biri için ayrı ayrı birçok sebep ya da hikâye uydurabilirim elbet ama şimdilik yazıldıkları gibi kalsınlar…
Küçük bir kız çocuğu, okuma bayramında önünde piti kareli önlüğüyle ‘bulaşık yıkayacaktım’ diye bir şiir okuyor, sonunda elinde köpükler. Şiir yok aklımda, ya da hikâye, sadece o önlük var. Bir de öğretmenine duyduğu sonsuz sevgi. İki rolü daha var kızın, birinde ödünç alınmış beyaz bir elbiseyle elinde bir mum arkadaşlarıyla bir şarkıyı söylemekte, bir çember olmuşlar, diğeri ise bir koroda okunan şiir. O vakit farkında değil ama en çok onu hatırlayacak o sahneden. Tüm nefretlere ve iç çatışmalara rağmen nihayetinde baskın olanın mutlak sevgi olması… Başka çaresi olmadığını bilenlerin sığınacak tek kapısı. ‘İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, sen kendini bilmezsin, bu nice okumaktır.’ Yıllar yılı unutulmayan dizelerden biri, korodan bir parça.
Bugün bitti kitap, hem de birkaç saat aralıksız okuma ile. Ben mi haksızlık ettim, o mu bana yol göstermek için bu kadar saklandığı durduğu yerde sanırım hiç bilemeyeceğim. Ya da bunların hepsini uyduruyorum. Zihnim bulandı, boğazımda bir sancı, bilmem neden, ya da bilmem sahiden…
O önlük duruyor hala, o kızın görüntüsü de aklımda, ne kadar değişmiş olsa bile hala orada bir yerde. Bildiğimi bilmemek üzere söylüyorum bunları ya da bilmediğimi bilerek…
Güzel insanlar yaşatıldıkça, adına ne kadar hikâyeler uydurulursa uydurulsun, hala bir umut var bir yerlerde… İnanmalıyım buna.
                                                                                                                           *İskender Pala, OD


18 Mayıs 2012 Cuma

"Which lights do we want to switch on between sunset and sunrise?
What do we want to illummate in our buildings, cities and landscapes?
How and how for how long?"
P.Zumthor, Thinking Architecture, p.93

12 Mayıs 2012 Cumartesi

soramadıklarımı sormuşum hep bir yerlerde
yaz gelmiş birden
arada bahara dönmüş hava
yağmurlu, bulanık
ama orada işte güneş
bulutların ardında
ehl-i keyf hallerinde
biraz umutsuz, biraz umursamaz 
biraz da mutlu..

10 Nisan 2012 Salı

modern insanın modern halleriy-miş-muş-mış...miş....

9 Nisan 2012 Pazartesi

Güneşin doğuşuna olan inancım kadar inanmışım ona da. Sabah birkaç tane idi, akşam üzeri ise tüm ağacı donattı. Biraz pembeye değen beyaz çiçekler. Ya da ne beyaz ne pembe, ben öyle istedim görmeyi. Öyle çok soru var ki aslında ama bir an silinince, unutunca, hafiflemek bu mu ki? Hep bir yakarış seziyorum derinlerde, öyle çok neden sorusu geçiriyor ki aklından, yardım edemiyorum ona, nasıl edeyim ki zaten, bütün mesele o sorularda değil mi ki hem? Ya da neden ayrı tutuyorum ki, aynısı aslında. O kadar aynı ki istese de kurtulamayasıya. Bir sigara dumanı gibi terk etmeli aslında, ciğerinde karanlığı bırakmadan. Işık sönmemeli hiç, o söndüğünde gelir tüm bu karanlık cümleler, hep olmalı ışık, sonsuza dek.. Öyle çok.. Belki de bırakmalı o ipi, elinden kayıp gitmeye öyle istekli ki, zora ki, öyle zoraki ki bugünü kaçıran..
Tabi ki hiç bilemeyeceksin benim şimdimde neler geçiyor aklımdan, yazdıklarım sadece bir karalama, kuralsız, sevimsiz. Öyle örtülü ki üstü.. Belki biraz Agatha karanlığı, ya da fazlası. 
Işıkları söndürmemek gerek, hep parıldamalı onlar, ışıklar..

1 Mart 2012 Perşembe

“Algının tasarımcının çevresinde olup bitenlerden haberdar olması ve en önemlisi sadece görsel değil tüm duyularla zihne iletilen etkilerin farkında olunarak değerlendirilip, birer imge halinde bilinçaltında saklanması gibi önemli bir yeri vardır.” (AKYILDIZ, A., 2003)

12 Ocak 2012 Perşembe

ALGI:  Nesnel dünyayı duyular yoluyla öznel bilince aktarma. 
1. Etimoloji: Algı terimi, dilimizde de, Batı dillerinde de olduğu gibi almak kökünden türetilmiştir. Batı dillerindeki perception terimi, Hint-Avrupa dil grubunun almak anlamındaki kap kökünden gelir, ilkin Latinceye aynı anlamda capere sözcüğüyle geçmiştir. 
2. Felsefe:
 Algı, dış dünyanın duyumlarla gelen imgesinin bilinçte gerçekleşen tasarımıdır. Nesneler duyu örgenlerini etkiler. Bu etki bilince aktarılır. Ne var ki algı, arı duyumlardan, ansal bir işlevi gerektirmesiyle ayrılır. Örneğin görme duyumuz, her iki gözümüzde ve çeşitli planlarda beliren iki ağaç imgesi getirir. Bu iki ağaç imgesi ansal bir işlevle tekleşir. Tekleşen bu imgeye, bellekte biriken esli algılardan gerekli olanlar da çağrışım yoluyla eklenkikten sonra ağaç algısı gerçekleşmiş olur. Özellikle görme, işitme ve dokunma duyuları insanın bilincine kavram ve düşünce yapımı için algısal gereçler taşırlar. Algı işlemini tarihsel süreçte duyumcular aşırı bir savla sadece duyuların, uscular da aynı aşırılıkta başka bir savla sadece usun ürünü saymışlardır. Oysa algı duyusal-ansal bir işlevdir. Alman düşünürü Leibniz'e göre de algı, bilinçdışı bir işlevdir. Algı, gerçek anlamında, öznenin, kendisinin dışında olanı alması demektir. Bununla beraber ruhbilimciler ruhsal edimlerle ilgili olarak, dış algı'ya karşı bir de iç algı'nın sözünü ederler. Felsefede algı terimi üç anlamda kullanılır: Algılama gücü, algı işlevi, algı olgusu. 
DENEYİM; Bir kimsenin belli bir sürede ya da yaşam boyu edindiği bilgilerin tümü, tecrübe.

Algı ve deneyim sözcüklerinin yukarıda ifade edildiği şekliyle kelime anlamlarının dışında akla ilk getirdikleri şey şöyle ifade edilebilir. Algı: bir ‘şey’ ile ilk karşılaşma anındaki duyumsama yani ‘yeni’ olanla karşılaşma anındaki ilk his(!). Deneyim ise bir ‘şey’ ile en az bir kez karşılaşmış olma hali. Algı öznede var olan ancak gelişime açık genleştirilebilir bir şey. Deneyim ise edinilebilen bir şey. Dolayısıyla bu iki kavram ilk bakışta birbirine teğet geçen, birbiri ile noktasal ilişkiler kurabilen ‘şeyler’miş gibi gelebilir. Ancak bu iki kavram temelde birbirine sıkıca kenetlenmiştir. Şöyle ki; algılarımızı bir anlamda ‘araçsallaştırarak’ deneyim kazanırız, ediniriz. Deneyim ise dünya ile kurduğumuz ilişkinin ne kadar ‘farkındalık’ ürettiğine işaret eder. Fakat şöyle bir yanılgıya düşmemekte fayda var. Edindiğimiz ‘deneyimler’ bizi vektörel bir birikime doğru götürmez. Dolayısıyla her seferinde karşılaşılan problemin (ilk kez ya da yeniden) bağlamının farklı oluşu, biz her ne kadar algılarımızın sınırlarını genişletsek de, ‘değişimin’ sürekliliği doğrultusunda her seferinde ‘yeni’ bir deneyim edinme zorunluluğunu ortaya koyar. (Elbette ki bu elini sobaya dokunan bir çocuğun yandıktan sonra ona bir daha dokunmaması örneğindeki gibi bir deneyim edinme biçiminden bağımsız düşünülmesi gereken bir durum) Sonuç olarak algılarımız vasıtasıyla deneyim kazanırken her seferinde yeni bir başlangıç kurarız ancak bu durum hiçbir zaman nihai bir son ile vuku bulmaz.