29 Ağustos 2022 Pazartesi

 "Zihnin bitip dünyanın başladığı yer neresidir? " (Clark & Chalmers, 1998)


zihnin gerçekliğinden/ dünyasından taşıp da herhangi bir şey ile temas eden ama tam da o temas anında kendi gerçekliğini bitiren... 


18 Ağustos 2022 Perşembe

içinde dolup dolup taşamayan ve taşamadığı için de seni kemiren, bedeninde bir yerlerde olduğu sandığın ya da belki orada olan, duygu ve/veya düşünceleri her hücrenden ve belki de her an'dan silip atabilmeyi deli gibi istemek ama yine de ona sıkı sıkıya sarılmak! şizofrenik bir döngü ya da kendi içine katlanma hali... ölçeğini bilmediğin bir şeyin sınırını nasıl bilebilirsin?

7 Aralık 2017 Perşembe


“In an architectural drawing, the rich reality of the building being drawn is always fighting a losing battle with the limitations of the drawing itself. There are two possible consequences of that defeat. One is that the drawing ends up a very poor substitute for the actual thing. The other, and this always happens in a good drawing, is that some aspect of the design deemed important for a particular purpose can, by the exclusion of many other aspects, be more vividly rendered, possibly even more vividly than in the actual building.” (Allen&Oliver, 1981, p.14)

15 Kasım 2017 Çarşamba

neşteri aldı cerrah eline,
elini koydu büyücü tenine,
biraz kan aktı o açılan çizgiden,
bir ürperti mi o gelen,
dokundu cerrah,
hissetti büyücü,
hangisi daha yakın,
hangisi tema(s) halinde,
mesafeli mi şimdi cerrah bedenin içinde,
ne kadar derine inebilir büyücü,
iki uç mu,
bir nokta mı,
karşı karşıya mı,
sırt sırta mı,
cerrah mı,
büyücü mü,
.




8 Ekim 2017 Pazar

telefon çalar,
karşıdan gelen ses tedirgin
kötü bir haberim var
ne oldu?
(kötülerden kötü düşündü o an,
tedirgin,
sırada ne vardı acaba,
güneş de gitti
bilir gibi)
bir ölüm daha
keşkeler sonra
çünkü hep var 
hep olacak
biliyor ama
bir de anlatabilse kendine
peki diyor
ne diyecek bilmiyor hala
biraz sindirmek gerek
sonra bir telefon daha
ağlayan kim olsa dayanamaz
yine dayanamıyor
bir de sevdiği biri olunca
hayat diyor
ölüm diyor

öpünce geçer mi?

30 Eylül 2017 Cumartesi

"We are too late for gods and for being. Being's poem, just begun, is man." Heidegger

24 Eylül 2017 Pazar

"A mind stretched by a new idea can never return to its original dimensions. " Socrates 

12 Mart 2016 Cumartesi

Belki de bunca çaba bir an sahiden gülümseyebilmek içindir…
Bazen nedensiz yere ağlamak gelir, bir şey düğümlenir ya boğazına… Nedensiz değildir elbette, görmek, duymak, farkına varmak istemediğimizdendir o. Şeyleri bulanık hale getirmek insan zihninin kendini koruma hali sanırım. Daha doğrusu hislerini. Bazı sorular o bulanıklığı açma girişimidir sadece. Toz pembelere sarılmışken hem de, soruların gerçekliği biraz sarsıcı. Neden? Çok basit bir soru aslında, her ne kadar cevabı öyle olmasa da. Kişilik olur bazen cevap, bazen kültür, bazen toplumsal baskı, bazen de sadece susmak istemek çığlık atmamak için. Bu kadar çok kötülüğü dile getirmemek, görmemekten, hissetmemekten ya da canını acıtmamasından değil, dile geldiğinde daha da gerçek olmasından belki de. Kaçış mı bu? Nereye kadar? Bir gülümsemeye kadar mı ya da inadına kahkaha atabilmeye kadar. Ya da kim bilir aynı kaosun içinde kaybolana kadar. Yön bulmak için hep kayıp mı olmak gerek? Her kayıp yeni bir yol mu yoksa? Umutlu olmak mı gerek her yol ayrımında, yoksa üzülmek mi doğrusu? Ya da bir doğru yoktur da geriye dönüp bakmalar vardır sadece. Her geriye dönüş acılı mıdır? Hiç mi yok iyi ki’ler. Varsa da neden ilk onlar gelmezlerki akla? Azlar mı güçsüzler mi yoksa? Ya da hepsi geçmişin karanlığında boğulup kaldılar mı? Bu hayatın bir iyisi olmalı ve de gülümsemesi. Ama önce insanlığı olmalı, o ‘insanlık’ neyse hatırlanmalı. Başını çevirip gidememeli insan, bir dönüp bakabilmeli, konuşabilmeli. Ya da merhaba diyebilmeli. Nerede veya ne zaman kaybolduk bu kadar. Onca kalabalık içinde kayıp giden ruhlara döndük adeta. Bugün hayata kocaman bir güneş açmalı. Tüm karanlıkları silecek, tüm kötülükleri aydınlatacak ve tüm ışıkları yeniden pırıl pırıl yapacak… Bir gülümseme ile başlamalı gün, kahkahaya dönüşebilmeli hayat. Bir göz açıp kapasıya dememişler miydi yoksa? 

8 Kasım 2015 Pazar

YAZARIN YÜZÜ

Kim, dedi?
Nasıl biri?
Var mı sahi bir önemi?
‘Suret’ ne ki?

26 Kasım 2014 Çarşamba

Form / Deformation / Transformation / Performance

zaman-mekan

“Bir yeri terk edin, örneğin bir evi. Ve mesela beş yıl sonra geri dönün. Orası değişmiştir. Bunu söylediğimizde dahi zamandan değil yerden bahsediyoruz.”* O halde nasıl oluyor da zaman ve mekanı iki ayrı şey gibi düşünmeye çalışıyoruz? Belki de sırf bu sebeple zaman ve mekan değil de zamanmekan demek faydalı olabilir(mi).

“Mekân içindeki fiziksel hareket olmak yerine, zihinsel bir hareket, anımsama (recollection) olarak tanımlar zamanı Deleuze. Şimdi, sürekli olarak geçmişe dönüştüğü, geçmekte olduğu için, bu kayma, geçme eyleminin ta kendisidir. İkisini birbirinden ayırt etmek, zamanı doğrusal bir akış olarak kavramak olanaksızdır der Bergson: “Bu geçiş ne doğrusal, ne de kronolojiktir, çünkü zaman sürekli olarak ikiye yırtılır, bir yandan belirsiz bir gelecek yönüne kayarken öte taraftan mutlak bir geçmiş içinde kaybolur.”” **

* ’14 Kasım ADT seminer/ Bülent Tanju

**zaman-mekan ve mimarlıklar/ Bülent Tanju

21 Eylül 2014 Pazar

Gökyüzünün siyahlığı yerini maviye bırakmaya başlarken, hafif hafif kızıllığını da serpiştiren güneş ile birlikte derin bir nefes aldı kız. İyot dolu, huzur dolu bir deniz kokusu doldu nefesine. Kötü uyandı aslında, kabuslar vardı tüm gece rüyasında. Ama öyle güzeldi ki gün, gökyüzü... Aynanın karşısına geçti sonra. Başta çok zorladı kendini, gül bakalım, gülmelisin, hadi ama! Sonunda baktı aynadaki suretine, başlamış gülmeye ya da en azından tebessüm ediyor. İşte şimdi gerisi gelirdi artık. Ne yazmıştı o pembe kağıda, her sabah uyanınca görsün diye: "Bugün yeni ve umut dolu bir gün olacak". Birçok şeyi yapamazdı, beceremezdi, belki de elinden hiçbir şey gelmezdi dünyayı, kötülükleri değiştirmek için. Ama inanmak öyle mi? Hiçkimse karışamazdı buna, engelleyemez, müdahale edemezdi. Inancı ve suratına zoraki de olsa yerleştirdiği tebessümüyle indi sahile. Öyle yumuşaktı ki kumlar, terliklerini eline alıp devam etti yürüyüşüne. Ne tuhaftı ten, hissetmek. Huzur aramak, mutluluk aramak ne saçma bir şey diye düşündü o an. Insan arayarak bulamazdı ki huzuru. Izin vermeliydi sadece, bırakmak kendini, telaşı, düşünmeyi. Tek yol buydu işte. Ama insan beyni bu rahat durur mu hiç. Bir yudum huzur bul yeter ki, bir vesvese yığını üşüşür ki beynine sorma! Hiç anlamadan kaptırıverirsin kendini düşüncelere, bir de bakarsın hem o an, hem o anın büyüsü hem de huzurun kaçmış, gitmiş...
Giden anı yolcu edip, devam etti kız yürüyüşüne ancak daha fazla sabredemedi, daha doğrusu erteleyemedi endişelerini. Bir bank bulup ilişti kıyısına. Evden çıktığından beri elinde sıkı sıkıya tuttuğu mektubu açmaya başladı, usul usul...
Gelen son birkaç mektuptan bir şeyler sezmişti aslında. Sormuştu da üstelik neler olduğunu. Ancak hep kaçamak yanıtlar vardı her gelen mektupta. Ama bu sefer ki başka. Bazı yerler çok kararlı, öyle her şey açık açık yazılmış. Bazı yerler var ki titremiş harfler, boynu bükük biraz, tereddut girmiş araya. Fakat karar vermiş yazan bir kez, anlatacak her şeyi, çünkü belki bu, belki de son... 
Sezmek başka, okumak başka şey. Sezsen, inkar edebilirsin, olmaz, benim kaygılarımdır diyebilirsin. Kandırabilirsin yani kendini. Ama okumak öyle mi. Okuyup anlamak, görmek, inkar edememek. 
Mektup demek; uzak demek, dokunamamak demek, görememek, duyamamak... Belki de o yüzdendir hani, o öpüşler mektupları. Onun eli, kokusu, ruhu değdi ya yazarken. Bir yakınlık, bağ kurma arzusu. Özlem dolu, kucak kucak... Özlemek, ama bir şey yapamamak. O orada zoraki, kız burada özgürlüğünde sürgün. Öyle bir çaresizlik ki! Tüm bu gözyaşları aksa, karışsa şu denize. Silip süpürse deniz, tüm o dertleri, çaresizliği, uzaklığı... Bir yol olsa, bir yolu olsa, ahh bir yol olsa...

16 Haziran 2014 Pazartesi

"Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır... Bu da gösterir ki, zaman ve mekan, insanla mevcuttur!" 
                                                                                                      Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.33

2 Haziran 2014 Pazartesi

24 Nisan 2014 Perşembe

 
Can suyunu aldıktan sonra toprağa tutunmak gerek,
Yağmurdan kardan beslenmek,
Tüm kırmızıları kıskandırarak taçlanmak,
Ama yine de korumak kendini,
Sevmek ve sevilmek,
Her şeye rağmen,
Terk edenlere hoşçakal demek,
Gelenlere hoşgeldin,
Sonra bahara hazırlanmak gerek,
Belki biraz budanmak,
Daha gür,
Daha güzel,
Daha sevilesi olmak için...
Yeniden yağmurlarda ıslanmak gerek,
Sonra beklemek,
Beklerken ölmemek,
İnadına tutunmak hayata,
Belki sonra,
...
Ama yine de vazgeçmemek,
Her şeye,
Herkese,
Hatta kendine rağmen,
Bir türkü tutturmak belki,
Ya da sadece dinlemek,
Sonra farkında olmak gerek,
Bak ne diyor üstat:
"Hayat kısa, kuşlar uçuyor"
Belki de sırf bu yüzden,
Şöyle durup,
Derin bir,
Nefes almak,
Gerek!

8 Nisan 2014 Salı

       “Anlatabilmek için anlatılacakların olgunlaşmasını beklemek lazım. Bir acıyı zamansızca anlatmak dokusunu bozar, beklemek lazım.” (Ayfer Tunç, Dünya Ağrısı, s.71)

Bazen bazı sözlerin üzerine söylenecek hiçbir söz olmaz. Ama yine de alamazsın ya kendini, yani bilirsin yazılan her şey, hiçbir şeydir aslında. Fakat Cem Karaca ‘Bence artık sen de herkes gibisin’ diyorsa, Nazım’ı anıyorsan en sevdiğin dizeleriyle, karışıyorsun işte…

Çoğu zaman öyle zor ki anlatabilmek, bu yüzden belki de uydurduğumuz hikâyeler, dinlediğimiz şarkılar, çektiğimiz fotoğraflar. Yerini tutar mı peki? Zor, sorunun kendisi daha zor. Çünkü düğümlenen o şeye yenik düşmemek için itmek istiyor insan, başını çevirmek, başka bir şeyler düşünmeye çalışmak. Kaçmak mı peki bu, yüzleşememek, ya da belki dayanamamak. Acı unutulmaz ki zaten, üzerini örtersin işte, içini ısıtmasını istediğin bahara sarılırsın sımsıkı. Geçmez belki ama konuşmaya başlayabilirsin o zaman, kendin bile inanamazsın sonra, sanki başka birisindir o an, kendine yabancılaşmak böyle zamanlarda mı başlar? Bilim kurgu filmlerindeki gibi başka zaman aralığında devam eder o an, tek fark istediğin hatta istemediğin bir an dönebilirsin. Ne çok şey var anlatamadığımız. Bu yüzden belki tüm o ‘mış gibi’ hallerimiz.

Çünkü: Hayat diye bir şey yokmuş, bizim hayat dediğimiz bir şey varmış…


13 Mart 2014 Perşembe

Özlemek zor, hele bir daha hiç göremeyeceğini bildigin birini özlemek daha zor...
Hani denir ya; karla karışık yağmur,
Tam da böyle bir şey iste,
Aci ile karışık özlem...

11 Mart 2014 Salı


Gün aynı değil ama yaşananlar neredeyse aynı. Yorgunluk var bir de tabi. Neden mi? Uzunca bir liste olabilir bunun için, olmaya da bilir. Sonra kelimeler geliyor, kelimeler ne kadar kimsesiz. Hep birlikte bekliyoruz, aynı şeylerle kodlanmış bir sürü insan. Adam kırmızıysa bekle! Ama o adam bugün sadece kırmızı değil ki, bugün onun yüzü var.
Mesela ‘Hastane koridorunda beklemek’ diye bir şey var. Sadece bekleyenin bildiği. O koridorda umut hiç eksilmez, ‘aksi durumda ne olur’ diye düşünülmez. O nefes kesilmesin diye her şey yapılır, elinden hiçbir şey gelmese bile… Evet hayat devam eder, bekleyen için de hiç haberi olmayan için de. Yemekler yenilir, o yemeklerin tadı olmaz ama, uyunur mesela, uyku gibi olmaz ama, işe gidersin belki, yani evet o görünmez döngü dönmeye devam eder, zayıflar ama devam eder işte. Bazen de o umut, o bekleyiş, yok olur, geriye sadece boşluk, acı…
Ben diyorum, keşke bilmeseydim o ismi, bu ülkede ki bu dünyada ki hiç kimse, ailesinden arkadaşlarından başka hiç kimse bilmeseydi. Kimse ama kimse bilmeseydi de…
Öyle kolay yazılmıyor bugün,
Bugün hayat hiç kolay değil,
Bir sürü şey var bugün,
Hiçbir şey yok bugün,
‘Vicdan’ neredesin bugün?


Elinde ekmeği, çocuk olmak çok zor bugün!
                                                                                                       #berkinelvan

26 Şubat 2014 Çarşamba

Gercek/R

"Gercek simdiki an, gelecegi yeyip bitiren gecmisin ele avuca sigmaz ilerleyisidir. Isin gercegi, her turlu duyu, bellegin parcalarindan baska bir degildir." H. B. 
Bunu okuyunca déjà vu geliyor aklima. Bellegin parcalari, -mis gibi olma hali... Gercegin ne oldugu var bir de. Ornegin her gun kalkipta bugun gunes dogudan dogup batidan batacak mi diye kontrol etmiyoruz. (Boyle bir davranis ciddi anlamda bir tekinsizlik yaratirdi zaten ya da akil ile ilgili bir suphe-bu akil ve delilik meselesi de zaten 'gercek'lik arayisinda onemli bir nokta). Gunesin dogmasi ve batmasi bir gerceklik. Ama bunun ifade araci olan 'dil' bir uretim, bir kabul yalnizca. 'Gunes' 'dogu' 'bati' uretilen, kabul goren. Yani ifade araci degil ama ifade edilenin kendisi bir 'gerceklik'. Metaforsuz ama nerdeyse ona acik bir durum. Durum yanlis kelime olabilir belki de buna olay demek gerekir. 
Bu nokta da belki 'gercek' diye adlandirdigimiz bir cok sey bir 'kabul' den oteye gecmemekte. Burada 'farkindalik' ciddi bir cozum araci olabilir. Ister toplumsal ister uluslararasi olsun kabul sadece kabuldur ve yalnizca bireyi topluma dahil eder. O halde gercek hepimizin ortak paydasi degildir ve degiskendir. Bazen de bazi durumlara boyle bakmak faydali olabilir. 

8 Şubat 2014 Cumartesi

İSTANBUL’DA BİR MERHAMET HAFTASI / MURAT GÜLSOY




Max Ernst’in kitabından alınan 7 resim, haftanın 7 gününde, birbirini tanımayan 7 kişiye gönderilir ve roman başlar…
Kitabın arka kapak yazısında “…yazıdan bir aynaya bakmaya çağırıyor okurunu. Anlamı kendinden gizli bir dünyayı seyre dalan insanların zihinlerinde geziniyoruz. Bir şeye, dünyaya, insanlara bakmanın kendimize bakmak; kendimize bakmanın bir şeye, dünyaya, insanlara bakmak olduğunu hissederek...” yazıyor.
Sahi, ‘bakmak’ kendimize, dünyaya, bir şeye ya da insanlara nasıl gerçekleşir?

1.resim: İçeride büyütülenler bazen öyle bir hal alır ki, bu sizi ‘ötekileştirir’. Ötekileşen ise bakılana dönüşür bir anda, belki tek yaptığı elinde bir çiçek beklemektir gelecek olanı, gelip de o kükreyen başı ehlileştirecek olanı.
2.resim: Bakma yatağımın beyazlığına, aldanma yumuşaklığına. Görmüyor musun etrafım siyah, karanlık. Tablolar bile yarım. Ya da çevir gözlerini benden de bak ayaklarının dibine, azgın sularda çırpınan adamları da mı görmüyorsun. Gelme, ben sana gel desem de!
3.resim: Yalnız tablolarda görünüyorsa doğa, perdeler ile gizleniyorsa dünya, kadının kanatları, adamın dizlerinde hale normal olamaz mı acaba? Adam yapraklı bir platformun kıyısında hem sabit, hem uçacakmış gibi hem de başı önde. Saygıdan mı bilmem ama şapka elinde, kadının eli adama dokunmak üzere, belki tereddütte.
4.resim: Birçok baykuş gecenin zifiri karanlığında avlanır. Belki bu yüzden adamın kafası baykuş, yan yana iki otel odası, ikişer kere yazılmış oda numaraları. Kadında gecenin karanlığına bir maske ile karışmış. Belki biraz çekimser. Adam ikna çabalarında gibi. Peki, o yerde ki kocaman gözü fark etmişler midir?
5.resim: Semadan dünyaya geçişin en verimli figürü müdür kadın? Önünde bir kase dolusu yumurta, küçücük. Ve öyle küçük kalmış ki horoz, belki adam, kendisine göre dev bir yumurtanın üzerinde, başı yukarda, zannedersin tüm dünyaya hakim… Merdivenlerin sonu her zaman güzel bir manzaraya çıkar mı?
6.resim: Şu anatomi ne tuhaf şey. Okullarda numaralandırılan yarım iç organ maketleri (öyle mi denir bilmiyorum) geldi aklıma. Bağırsakların arasına sıkışmış kadın ve adam. Sanırım adam kurtarmış kendini de, yazık kadın sadece ayaklarını çıkarabilmiş. Ahh o kurukafa yok mu,yalnızca cehalet mi şimdi bu?
7.resim: Kadın; yumuşak yerlerde de olsan, zifiri karanlıkta da, uzanmış da olsan, gözlerin hep kurtarılmayı bekliyor sanki. Bir yere kurdeleler ile bir yere omurga ile sabitlenmişsin. Ne ile olduğu önemli mi, kurdele olması o çivilenme etkisini azaltır mı hiç?

…işte bunlar her resme ilk baktığımda aldığım kısa notlar. Yazarın oyununa katıldım ben de kendimce. Okumayanlara da şiddetle tavsiye ederim. Murat Gülsoy’un kitapları ile bir kez tanışanlar, sanırım ondan ayrılamayacaklar…







16 Ocak 2014 Perşembe

       ilk cümlenin ne olacağını bilememek, yazdığınız tüm kelimeleri silip yeniden ve yeniden denemek, büyük harfle ya da üç nokta ile başlamak, 'bir şey söylemek istiyorum, benim için önemli, belki de sadece benim için önemli' diye en güzelini aramak, eğer ilk cümlem olursa yani 'güzel' olursa sonrasını da iyi ifade edebilirim diye düşünmek, ne önemi var canim bir başlayım elbet devam ederim demek.... 
Bunlar benim ilk anda ilk cümle için aklıma ilk gelenler (Meğer ne çok ilk varmış). Belki bazıları doğrudur, kim bilir ya da belki ilk cümle önemlidir ya da biz öyle olsun isteriz. Bundan birkaç ay evvel elimde bir kitap oturuyorum. Yanımdakilerden birisi kitaba bakmak istedi, ben de kitabı ona uzattım. İlk cümleye baktı ve 'acaba bu kitabın ikinci cildi ya da devamı mı, hiç ilk cümle gibi olmamış' dedi. O zaman hiç unutmadıgım, ki ben hiç hatırlayamam, ilk cümle geldi aklıma. 'Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum'. Okuyanlar ve müzeye gidenler bilir; Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi. Onca yıldır hala hatırımda, belki de bu ilk cümle meselesi önemlidir. Bu arada az önce bahsettiğim kitap, ikinci cilt falan değildi, yani o da bir ilk cümle. Belki de bu ilk cümle meselesi önemsiz bir şeydir.
Asıl yazmak istediğime henüz başlayamadığıma göre belki de bu ilk cümle meselesi sahiden önemlidir... 

2 Ocak 2014 Perşembe

Bunun yalnızca bir 'dışavurum' olması gerekiyor oysa!

6 Eylül 2013 Cuma

Umut'u yitirmemek gerek
Ama önce kırmamak
Her şey olacağına varır belki
Bir replik saklamak gerek:
"I accepted my fate..."
Bir şarkı sözü gezindirmek gerek ruhunda:
"Bir umuttu yaşatan insanıı, aldım elime sazımııı..."
Bazen bir damla gözyaşı akıtmak gerek
Ama yağmura dönüştürmemek.
Belki biraz küfretmek
Bir sigara yakmak
Ama illa ki gülmek gerek
Ne demişti yazar:
"Bilirsiniz insanlar doğar, ölür ve sonra büyür."
Bazen unutmak gerek,
Bazen de unutabilmenin kıymetini bilmek
Yine de tökezlenebileceğini unutmamak gerek
Bazen de yazmak gerek...
Önce kaydetmek,
Sonra da geçip gitmesine izin vermek gerek.

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Yer ile gök arasında bir yerdeyim
İkisine de dokunuyorum ama
İkisine de ait değilim...

11 Nisan 2013 Perşembe


Noktaları sana bıraktım
Ben virgüllerle devam ederim yoluma,
,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,
,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,

23 Şubat 2013 Cumartesi

Bugün öyle cok yük kaldı ki kalbime
Hayat iste deyip geçemedim
Bir sarılma ile paylaşılır mı acı?
Denedim sadece
Ama öylesine değil, kalpten cok derinden
Seni anlamıyorum, bu mümkün değil ama yanındayım demek istedim, diyemedim..
Söyleyemediğim cok şey var benim
Soyleyebilmeyi ne cok istediğim...
Aklım, kalbim yanında oysa
Zorunluluklarıma dondüm sonra
Aklım başka yerde, başka kişilerde...
Bir insanın ne kadar ufalabildigini gördüm sonra
Uç dakika duramadım yanında, öyle zor ki dayanmak
Sevdiğin birinin her dakika daha da yaklaştığını bilmek ölüme
Ve daha kötüsü görmek ...
Son sözü olarak 'seni cok seviyorum kızım'i bırakıyorum aklıma
Bir de bu görüntüyü silebilir miyim acaba?
Bekliyoruz şimdi hep birlikte, son bir nefes için
Acı da olsa onun canı daha fazla yanmasın diye...
Sahi diner mi tüm acılar olunce?
Dedim ya cok yük kaldı bugün kalbime...

29 Ocak 2013 Salı

Bilmezler ki biz o gülüşün ardına ne kederler gizledik...

25 Ocak 2013 Cuma


“Duyumsamak, koklamak, dokunmak, hayal etmek yeterli değil.  Biz görmek isteriz.  Fakat insanlar yaşamak için ne kadar ışığa ihtiyaç duyarlar? Ve ne kadar karanlığa? (Zumthor, 2010)

 “Gün doğumu ya da gün batımı arasında hangi ışıkları kullanmak isteriz?  (Zumthor, 2010)

“Limonun sarılığı limonun niteliklerinin hepsine bulaşır, limonun her niteliği öbürlerine bulaşır.  Limonun ekşiliği sarı, sarılığı ekşidir; bir pastanın rengini yeriz ve o pastanın tadı ‘besin sezgisi’ adını vereceğimiz şeye pastanın biçimini ve rengini sunan araçtır…  Bir havuzdaki suyun akışkanlığı, ılıklığı, mavimsi rengi, dalgalılığı… Her biri içinden öbürünü gösteriverir…  (s.30) (Ponty, 2005)”

23 Ocak 2013 Çarşamba

Who are u?
It is a/an…
Where am I?
How?
Are u ready?
Sure, of course, absolutely ...
Maybe
Nothing, nowhere, no one.
Because, hence, in the other word...

Finish.

24 Aralık 2012 Pazartesi

''Bizim kalbimiz hep kırıktır çocuk. Ama, yinede eksik etmeyiz sol cebimizden umudu... '' 
                                                                                                                                            Nazım Hikmet
 
En çok da bu yüzden seviyorum ya Nazım'ı..

17 Ekim 2012 Çarşamba


“…..Tam da algılama, şey tiplerini, yani kavramları topladığı içindir ki, algı malzemesi düşünce açısından kullanılabilir hale gelir; tersinden söylersek, duyu malzemesi olmasaydı zihnin düşünmesini sağlayacak bir şey olmazdı.” (s.15)

“…. Algının yararlı olması için, şeylerin türleri hakkında bilgi vermesi gerekir; aksi takdirde organizmalar, deneyimden yarar sağlayamazlar.” (S.45)

 “Gözlemci bir ortamda hareket ederken, ortamın bütün bileşenlerinin izdüşümsel büyüklükleri de buna uygun olarak değişir. Ortam bir bütün olarak, birleşik ve tutarlı bir büyüklük değişimine maruz kalır.” (s.58)

“Nesneyi görmek, nesnenin kendi özelliklerini, ortamının ve gözlemcinin ona dayattığı özelliklerden ayırmak demektir.” (s.71)

“…Ressam George Braque şöyle bir gözlem yapmış: ’Fincanın yanındaki bir kahve kaşığını topuğumla ayakkabımın arasına yerleştirdiğimde derhal farklı bir işlev kazanıyor. Bir ayakkabı çekeceğine dönüşüyor.’ Bu tür bir işlev değişimine, belli bir algısal yeniden yapılanma eşlik etmektedir- örneğin kaşığın sapı, bir tutamaçtan bir manivelaya dönüşmektedir. Nesnenin buna rağmen korunan kimliği/ özdeşliği de kahve kaşığı ile ayakkabı çekeceği arasındaki sözel ayrım sayesinde etkisiz kılınmaktadır. Daha genelde dil, algılamanın şeyleri saf şekiller olarak görme eğiliminin dengelenmesine katkıda bulunur.” (s.267)

Dil, düşüncenin başlıca araçları olan diğer algısal ortamlarla etkileşime girer; ‘bitmiş düşüncenin üzerine konmuş nihai etiketten’ daha fazlasıdır. … Dil algısal deneyimde oluşturulmuş kavramları onaylayıp koruyarak, düşüncenin örgütlenmesini etkiler…” (s.270)

“Nesneler, gözlemciden giderek uzaklaşırken küçülürler, oysa bu nesneler aynı büyüklükte kalıyor gibi görünmektedir., hareket, mesafeyle birlikte hızlanıyor gibi görünür, oysa aynı zamanda sabit kalıyor gibi görünmektedir. Öklidçi terimler açısından çelişkili olan bu fenomenler, yine de görsel dünyanın akla yatkın tutarlı görünümüne uygun düşmektedirler, çünkü algısal uzamın homojenlikten yoksun olması, görme deneyimine sabit bir koşul olarak dahil edilmektedir.” (s. 325)

“Görsel algı, niteliklerin, nesnelerin, olayların imgelerini sağlayarak kavram oluşumuna zemin hazırlar. Gözlerin doğrudan ve anlık aldığı uyarının çok ötesine uzanan zihin, bellek yoluyla ulaşılan geniş imgeler alanında iş görmekte ve bütün bir hayat deneyimini bir görsel kavramlar sistemi olarak örgütlemektedir. Zihnin bu kavramları manipüle ederken kullandığı düşünce mekanizmaları, doğrudan algının yanı sıra doğrudan algı yoluyla depolanan deneyim arasındaki etkileşimde ve ayrıca sanatçının, bilimcinin, daha doğrusu ‘kafasındaki’ problemlerle uğraşan herhangi birinin tahayyülünde de iş görmektedir.” (s. 327)

“Nasıl oluyor da retinadaki iz farklı algılara yol açabiliyor? Farklı gözlemciler tam olarak neyi farklı görüyorlar?” (s. 335)

“…Algı ve kavrayış birliği, zihinsel anlayışın imgenin alanında gerçekleştiğini ima etmektedir… Resim nesnenin kendisini değil, nesne hakkında bir önermeler kümesi sunar.- nesneyi bir önermeler kümesi olarak sunar da diyebiliriz.” (s.341-342)

15 Ekim 2012 Pazartesi


“…….Benjamin’e göre algı tamamen geçici ve kinetikti; modernitenin, düşünmeye dalan bir gözlemci olasılığını bile nasıl ortadan kaldırdığını açıkça gösterir. Tek bir nesneye hiçbir zaman saf bir biçimde erişilemez; görme her zaman çoğuldur ve başka nesneler, arzular, vektörlerle yan yana ve üst üste yaşanır. Müzenin donuk alanı bile her şeyin dolaşım halinde olduğu bir dünyayı aşamamaktadır.” (S.33)
“Gözümüz için, belirli bir uyaran karşısında edinilen izlenimde değişeni ve yeni olanı kaydetmektense, daha önce sık sık üretmiş olduğu bir imgeyi yeniden üretmek çok daha kolaydır.” Friedrich Nietzsche (s. 110)
“Görme daha önce niteliklerin algılandığı bir deneyim olarak kavranırken (Goethe optiğinde olduğu gibi), şimdi artık niceliksel farklılıklarla ilgili bir mesele haline gelmişti. Ne var ki algıya bu şekilde yeni bir değer biçilmesi, cebirsel homojenleştirilmesi vasıtasıyla duyulardaki niteliğin silinmesi, modernleşmenin çok temel bir parçasıdır.” (S.160)

9 Ekim 2012 Salı

"........ görüntü/imge görülebilir olanın tekelinde değildir. Öyle bir görülebilir vardır ki görüntü/imge oluşturmaz; öyle görüntüler/imgeler vardır ki tümüyle sözcüklerden oluşmuştur. Ama en güncel görüntü rejimi söylenebilir ile görülebiliri ilişkiye sokan rejimdir ki, bu ilişki söylenebilir ile görülebilirin hem benzerliği hem de benzemezliği üzerinde oynar...... " s.10

"Şeyin taklidi yerine şeyin izi, başkalığının çıplak kimliği; söylem figürlerinin yerine görülebilir olanın yorumsuz, -anlamsız maddiliği- işte imgenin çağdaş kutlanması ya da nostaljik yad edilmesi bunu talep etmektedir: içkin bir aşkınlık, imge/görüntünün bizzat maddi üretim biçimiyle güvenceye alınmış şanlı özü..." s.12

"Temsiliyet rejimi benzerliğin belli bir başkalaştırımının rejimidir, yani söylenebilir ile görülebilir arasında, görülebilir ile görülemez arasında belli bir ilişkiler sisteminin rejimidir." s.15

"Görüntü/imge bir anlamda şeylerin dilsiz sözü gibi kalplerine gelip yerleşir." s.16

















                                                                                   Cümlelerin altı çizilir, yeniden yazılır okunanlar..

16 Eylül 2012 Pazar


“Doku gözle olduğu kadar parmakla da hissedilebilen bir varlıktır.


Maddenin dokusunu parmaklar hisseder fakat onun estetigini göz görür.

Parmak uçları ile bir kadifeye dokunmak, bir kürkü oksamak bize haz verir.

Bu dokunustan zevk alırız, fakat bu zevk hiçbir zaman bedii bir heyecan, estetik duygunun yerini tutmaz.

Dokunun estetiği gözle duyulur.

Bu bakımdan doku görümsel bir elemandır.

Parmakların rolü belki dokunun idrakinde göze yardımcı oluşundadır.
 Göz parmakların yordamı ile maddeyi daha iyi tanır.”

9 Eylül 2012 Pazar


Masada biriken kitaplar, defterler… Ben başında oturmuşum, yazmayı bekliyorum. Dakikalar geçiyor, sonra saatler, ben oturuyorum. Biliyorum orada tüm yazacaklarım ama çıkıp düşmek istemiyorlar kalemime. Toz bulutu gibiler biraz, orda durum karmakarışık, göz gözü görmüyor, ama ben hala biraz ilerde/geride duruyorum, kestiremiyorum. Sadece aynı yerde değiliz, bunu biliyorum. Pirsig’i alıyorum elime, ilk cümleleri okuyorum sonra son sayfayı. Tam 374 sayfa debeleniyor kavradığı şeyi sonlandırabilmek ve daha da önemlisi söyleyebilmek için. Ben onu birkaç yıl evvel okumuştum, o gün bugündür nereye gitsem onu da götürürüm kitaplığıma. Üç ayrı yerde kitaplığım var benim. Tüm kitaplarımı seviyorum, okuyamadıklarımı da. Hatta belki de sadece kitaplarımı seviyorum, kendimin, hayatımın yerine de. Bilmiyorum. Her neyse… Bir de sarı defter var masada, A5 boyutunda, ona sadece not almayı becerebiliyorum, bir de turuncu ‘vitality’ kapağını seviyorum. Daha büyük kağıtlar getiriyorum sonra, bazıları dolu, bazıları boş. Başlıkları yazıyorum büyük harflerle, büyük harfleri el yazısında kullanmak zor gelir hep, yanlış yazacakmışım gibi bir his, yanlış olsa ne olacaksa sanki. Bir süre de o dört cümleyle bakışıyoruz birbirimize. Ben kahve almamak için tutuyorum kendimi saatlerdir, ama itiraf etmeliyim ki o arada birkaç fincan çay götürdüm. Tuhaf bir histeri gibi gelir hep bu alışkanlıklar, öyle belki de. Ama hala makul şeyler yazamıyorum, yazamadığımı da yazarak anlatabiliyorum sadece. Ben bu ilişki biçimini çözemedim bir türlü, o yüzden hep merak ederim şizofreniyi. Ve Dostoyevski’yi böyle zamanlarda daha çok severim.
Arnheim ve Fowles da var masada. Aynı saptamalara varabiliyoruz çoğu zaman her ikisiyle de ama anlaşılan bu gece onlar da bana pek yardımcı olmayacaklar. Oysa çok kararlıydım bugün biraz ilerlemeye, bir de zihnim aynı hedefe kilitlenebilse…,
Peki şimdi kimi getirmeli masaya?
 

5 Eylül 2012 Çarşamba


1.How do we see the motion of an object?

2.How do we see the stability of the environment?
3.How do we perceive ourselves as moving in a stable environment?
Yalniz kaldi o masada oteki kalem
Bu defter o masadaydi oysa
Oteki kalem su kitabin arasinda kalmis
O masada su kitapta olsaymis oteki kalem bu deftere yazabilirmis
Ama hepsi baska sahnede bulmuslar kendilerini ve birbirlerini...

23 Ağustos 2012 Perşembe


“Evin gerçek niteliği bir huzur yeri olmasıdır. Yalnızca her türlü incinmeye değil; her türlü korkuya, kuşkuya ve anlaşmazlığa karşı da bir sığınak. Böyle değilse eğer, orası bir ev değildir; dışardaki yaşamın gerginlikleri evin içine sızarsa ve karı ya da koca dış dünyanın o uyumsuz, sevgisiz ya da düşman toplumun eşikten içeri girmesine izin verirse orası ev olmaktan çıkar; dış dünyanın, üzerine çatı çekip içinde ateş yaktığımız bir parçası olur yalnızca. Bir ev ancak kutsal bir yer, bir Vesta* tapınağı, bir aile ocağıysa….bir evdir.” (John Ruskin, Sesame and Lilies, p.136-37)
*Yunan mitolojisinde aile ocağını koruyan tanrıça olan Hestia’nın Roma mitolojisindeki karşılığı
………… “Kutsal” ve “dünyevi” sözcükleri birbirine tam anlamıyla zıt değildir kuşkusuz. Sanayi Devrimi’yle kutsal sığınağa büyük bir özlem doğdu ve işçiler ilk kez karşılaştıkları dertleri dile getirecek, bu zorlu mücadelede onlara destek olacak sözcükleri bulmak için dine yöneldiler. Bu koruyucu imaj arayışı toplumun daha da geniş kesimlerine yayıldı; mabetlerin dinsel imajlarına yöneldiler. Açıkçası, ‘ev’ manevi sığınağın dünyevi versiyonu haline geldi; güvenliğin coğrafyası kentsel merkezin mabedinden ev içine kaydı. ……………… (s.38)

…………….. Dünyevi bir toplumda kutsal bir sığınak yaratmanın kültürel zorluğu. Sığınağın tasarımı özel bir sorun olarak ortaya çıktı: Katedral gibi muazzam bir yapının nitelikleri bir evin boyutuna nasıl uydurulacaktı? Üstelik katedral, kaos içindeki bir dünyada bir mükemmellik örneğiydi; hangi mükemmellik kuralı insanlara evde güvenli bir liman sağlayabilirdi ki? ……………. (s.43)

‘Kadın ve ev’ içinse şöyle yazmış(????!!!); …… “geri çekilip sığındığı bir yer değil, kadının savaş alanıdır, arenasıdır, sınırıdır, dünyasıdır. Ev, kadın için savaş halindeki yaşamdır, erkek iççin ise dinlenme halindeki yaşamdır… Kadının, etkinlikleri için başka bir dünyası yoktur… Bizzat, varoluşunu getirdiği gereksinimler dolayısıyla kadının, erkeğinkinden farklı bir ev idealine sahip olması gerekir.” (Gwendolyn Wright, Moralism and the Model Home, p.292) 

19 Haziran 2012 Salı


Bazı hikâyeler iç titretir…
Uzun zamandır yanımda taşımış ama bir türlü kapağını açmamıştım. Bir süre önce ilk birkaç sayfayı zar zor okudum. Ama inatçıyımdır, büyük bir çoğunlukla bir kitabı yarıda bırakmam, daha doğrusu bırakamam. Sonunu merak ettiğim için değil de yazarla ve hikâyeyle kurduğum ilişkiye dürüst davranmamış gibi hissettiğim için. Belki de başka bir sebep, bilmiyorum.
Dün kötü bir haber aldım, henüz gerçekleşmemiş ama gerçekleşeceğini bildiğim ve o zaman neler yaşayacağımı az çok tahmin ettiğim bir haber. Bunun için önce kızdım, sonra üzüldüm ve sonra yeniden üzüldüm…
Bugün ise içimden hiç çalışmak gelmedi, oysa yapacak işlerim birikmeye başladı bile. Elimde ise sadece o kitap vardı. Kaldığım yerden okumaya devam ettim, elimden hiç bırakmayasıya, yer yer öyle titredi ki içim, tabiri caizse tüylerim diken diken oldu. O sırada aklımdan alakalı alakasız milyonlarca şey geçti, unuttuklarım bile geldi hatırıma. Nasıl bu kadar etkili yazabildi diye düşündüm ve beni neden bu kadar etkiledi? Cevabı seziyorum, sadece dillendiremiyorum. Bir kehaneti dile getiririm belki diye biraz da korkuyorum. Nerdeyse her cümlenin altı çizilebilirdi ama elim sadece şu üç bölüme gitti.
“Unutarak yeniden bildim.”
“Ömür bir ok, zaman bir yay, bir el o yayı görmüş, sen o yayı attın tut. Aldığın her nefes, keseden akmakta olan bir kum tanesi, kese ortalanmış ve sen kumu tükettin tut.”
“Sır layık olmayana ifşa olunmaz.”
Her biri için ayrı ayrı birçok sebep ya da hikâye uydurabilirim elbet ama şimdilik yazıldıkları gibi kalsınlar…
Küçük bir kız çocuğu, okuma bayramında önünde piti kareli önlüğüyle ‘bulaşık yıkayacaktım’ diye bir şiir okuyor, sonunda elinde köpükler. Şiir yok aklımda, ya da hikâye, sadece o önlük var. Bir de öğretmenine duyduğu sonsuz sevgi. İki rolü daha var kızın, birinde ödünç alınmış beyaz bir elbiseyle elinde bir mum arkadaşlarıyla bir şarkıyı söylemekte, bir çember olmuşlar, diğeri ise bir koroda okunan şiir. O vakit farkında değil ama en çok onu hatırlayacak o sahneden. Tüm nefretlere ve iç çatışmalara rağmen nihayetinde baskın olanın mutlak sevgi olması… Başka çaresi olmadığını bilenlerin sığınacak tek kapısı. ‘İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, sen kendini bilmezsin, bu nice okumaktır.’ Yıllar yılı unutulmayan dizelerden biri, korodan bir parça.
Bugün bitti kitap, hem de birkaç saat aralıksız okuma ile. Ben mi haksızlık ettim, o mu bana yol göstermek için bu kadar saklandığı durduğu yerde sanırım hiç bilemeyeceğim. Ya da bunların hepsini uyduruyorum. Zihnim bulandı, boğazımda bir sancı, bilmem neden, ya da bilmem sahiden…
O önlük duruyor hala, o kızın görüntüsü de aklımda, ne kadar değişmiş olsa bile hala orada bir yerde. Bildiğimi bilmemek üzere söylüyorum bunları ya da bilmediğimi bilerek…
Güzel insanlar yaşatıldıkça, adına ne kadar hikâyeler uydurulursa uydurulsun, hala bir umut var bir yerlerde… İnanmalıyım buna.
                                                                                                                           *İskender Pala, OD


18 Mayıs 2012 Cuma

"Which lights do we want to switch on between sunset and sunrise?
What do we want to illummate in our buildings, cities and landscapes?
How and how for how long?"
P.Zumthor, Thinking Architecture, p.93

12 Mayıs 2012 Cumartesi

soramadıklarımı sormuşum hep bir yerlerde
yaz gelmiş birden
arada bahara dönmüş hava
yağmurlu, bulanık
ama orada işte güneş
bulutların ardında
ehl-i keyf hallerinde
biraz umutsuz, biraz umursamaz 
biraz da mutlu..

10 Nisan 2012 Salı

modern insanın modern halleriy-miş-muş-mış...miş....

9 Nisan 2012 Pazartesi

Güneşin doğuşuna olan inancım kadar inanmışım ona da. Sabah birkaç tane idi, akşam üzeri ise tüm ağacı donattı. Biraz pembeye değen beyaz çiçekler. Ya da ne beyaz ne pembe, ben öyle istedim görmeyi. Öyle çok soru var ki aslında ama bir an silinince, unutunca, hafiflemek bu mu ki? Hep bir yakarış seziyorum derinlerde, öyle çok neden sorusu geçiriyor ki aklından, yardım edemiyorum ona, nasıl edeyim ki zaten, bütün mesele o sorularda değil mi ki hem? Ya da neden ayrı tutuyorum ki, aynısı aslında. O kadar aynı ki istese de kurtulamayasıya. Bir sigara dumanı gibi terk etmeli aslında, ciğerinde karanlığı bırakmadan. Işık sönmemeli hiç, o söndüğünde gelir tüm bu karanlık cümleler, hep olmalı ışık, sonsuza dek.. Öyle çok.. Belki de bırakmalı o ipi, elinden kayıp gitmeye öyle istekli ki, zora ki, öyle zoraki ki bugünü kaçıran..
Tabi ki hiç bilemeyeceksin benim şimdimde neler geçiyor aklımdan, yazdıklarım sadece bir karalama, kuralsız, sevimsiz. Öyle örtülü ki üstü.. Belki biraz Agatha karanlığı, ya da fazlası. 
Işıkları söndürmemek gerek, hep parıldamalı onlar, ışıklar..

1 Mart 2012 Perşembe

“Algının tasarımcının çevresinde olup bitenlerden haberdar olması ve en önemlisi sadece görsel değil tüm duyularla zihne iletilen etkilerin farkında olunarak değerlendirilip, birer imge halinde bilinçaltında saklanması gibi önemli bir yeri vardır.” (AKYILDIZ, A., 2003)

12 Ocak 2012 Perşembe

ALGI:  Nesnel dünyayı duyular yoluyla öznel bilince aktarma. 
1. Etimoloji: Algı terimi, dilimizde de, Batı dillerinde de olduğu gibi almak kökünden türetilmiştir. Batı dillerindeki perception terimi, Hint-Avrupa dil grubunun almak anlamındaki kap kökünden gelir, ilkin Latinceye aynı anlamda capere sözcüğüyle geçmiştir. 
2. Felsefe:
 Algı, dış dünyanın duyumlarla gelen imgesinin bilinçte gerçekleşen tasarımıdır. Nesneler duyu örgenlerini etkiler. Bu etki bilince aktarılır. Ne var ki algı, arı duyumlardan, ansal bir işlevi gerektirmesiyle ayrılır. Örneğin görme duyumuz, her iki gözümüzde ve çeşitli planlarda beliren iki ağaç imgesi getirir. Bu iki ağaç imgesi ansal bir işlevle tekleşir. Tekleşen bu imgeye, bellekte biriken esli algılardan gerekli olanlar da çağrışım yoluyla eklenkikten sonra ağaç algısı gerçekleşmiş olur. Özellikle görme, işitme ve dokunma duyuları insanın bilincine kavram ve düşünce yapımı için algısal gereçler taşırlar. Algı işlemini tarihsel süreçte duyumcular aşırı bir savla sadece duyuların, uscular da aynı aşırılıkta başka bir savla sadece usun ürünü saymışlardır. Oysa algı duyusal-ansal bir işlevdir. Alman düşünürü Leibniz'e göre de algı, bilinçdışı bir işlevdir. Algı, gerçek anlamında, öznenin, kendisinin dışında olanı alması demektir. Bununla beraber ruhbilimciler ruhsal edimlerle ilgili olarak, dış algı'ya karşı bir de iç algı'nın sözünü ederler. Felsefede algı terimi üç anlamda kullanılır: Algılama gücü, algı işlevi, algı olgusu. 
DENEYİM; Bir kimsenin belli bir sürede ya da yaşam boyu edindiği bilgilerin tümü, tecrübe.

Algı ve deneyim sözcüklerinin yukarıda ifade edildiği şekliyle kelime anlamlarının dışında akla ilk getirdikleri şey şöyle ifade edilebilir. Algı: bir ‘şey’ ile ilk karşılaşma anındaki duyumsama yani ‘yeni’ olanla karşılaşma anındaki ilk his(!). Deneyim ise bir ‘şey’ ile en az bir kez karşılaşmış olma hali. Algı öznede var olan ancak gelişime açık genleştirilebilir bir şey. Deneyim ise edinilebilen bir şey. Dolayısıyla bu iki kavram ilk bakışta birbirine teğet geçen, birbiri ile noktasal ilişkiler kurabilen ‘şeyler’miş gibi gelebilir. Ancak bu iki kavram temelde birbirine sıkıca kenetlenmiştir. Şöyle ki; algılarımızı bir anlamda ‘araçsallaştırarak’ deneyim kazanırız, ediniriz. Deneyim ise dünya ile kurduğumuz ilişkinin ne kadar ‘farkındalık’ ürettiğine işaret eder. Fakat şöyle bir yanılgıya düşmemekte fayda var. Edindiğimiz ‘deneyimler’ bizi vektörel bir birikime doğru götürmez. Dolayısıyla her seferinde karşılaşılan problemin (ilk kez ya da yeniden) bağlamının farklı oluşu, biz her ne kadar algılarımızın sınırlarını genişletsek de, ‘değişimin’ sürekliliği doğrultusunda her seferinde ‘yeni’ bir deneyim edinme zorunluluğunu ortaya koyar. (Elbette ki bu elini sobaya dokunan bir çocuğun yandıktan sonra ona bir daha dokunmaması örneğindeki gibi bir deneyim edinme biçiminden bağımsız düşünülmesi gereken bir durum) Sonuç olarak algılarımız vasıtasıyla deneyim kazanırken her seferinde yeni bir başlangıç kurarız ancak bu durum hiçbir zaman nihai bir son ile vuku bulmaz.