Masada biriken kitaplar, defterler… Ben başında oturmuşum,
yazmayı bekliyorum. Dakikalar geçiyor, sonra saatler, ben oturuyorum. Biliyorum
orada tüm yazacaklarım ama çıkıp düşmek istemiyorlar kalemime. Toz bulutu
gibiler biraz, orda durum karmakarışık, göz gözü görmüyor, ama ben hala biraz
ilerde/geride duruyorum, kestiremiyorum. Sadece aynı yerde değiliz, bunu
biliyorum. Pirsig’i alıyorum elime, ilk cümleleri okuyorum sonra son sayfayı. Tam
374 sayfa debeleniyor kavradığı şeyi sonlandırabilmek ve daha da önemlisi
söyleyebilmek için. Ben onu birkaç yıl evvel okumuştum, o gün bugündür nereye
gitsem onu da götürürüm kitaplığıma. Üç ayrı yerde kitaplığım var benim. Tüm kitaplarımı
seviyorum, okuyamadıklarımı da. Hatta belki de sadece kitaplarımı seviyorum,
kendimin, hayatımın yerine de. Bilmiyorum. Her neyse… Bir de sarı defter var
masada, A5 boyutunda, ona sadece not almayı becerebiliyorum, bir de turuncu ‘vitality’
kapağını seviyorum. Daha büyük kağıtlar getiriyorum sonra, bazıları dolu,
bazıları boş. Başlıkları yazıyorum büyük harflerle, büyük harfleri el yazısında
kullanmak zor gelir hep, yanlış yazacakmışım gibi bir his, yanlış olsa ne
olacaksa sanki. Bir süre de o dört cümleyle bakışıyoruz birbirimize. Ben kahve
almamak için tutuyorum kendimi saatlerdir, ama itiraf etmeliyim ki o arada
birkaç fincan çay götürdüm. Tuhaf bir histeri gibi gelir hep bu alışkanlıklar,
öyle belki de. Ama hala makul şeyler yazamıyorum, yazamadığımı da yazarak
anlatabiliyorum sadece. Ben bu ilişki biçimini çözemedim bir türlü, o yüzden
hep merak ederim şizofreniyi. Ve Dostoyevski’yi böyle zamanlarda daha çok
severim.
Arnheim ve Fowles da var masada. Aynı saptamalara
varabiliyoruz çoğu zaman her ikisiyle de ama anlaşılan bu gece onlar da bana
pek yardımcı olmayacaklar. Oysa çok kararlıydım bugün biraz ilerlemeye, bir de
zihnim aynı hedefe kilitlenebilse…,
Peki şimdi kimi getirmeli masaya?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder