24 Nisan 2011 Pazar

'Cinsiyetli Olmak,Sosyal Bilimlere Feminist Bakışlar' Üzerine Bir Deneme

Adı geçen eser ‘feminizm’ üst başlığı üzerinden bu düşünceyi çeşitli kategoriler ile tartışan bir derlemedir. O halde öncelikle sorulması gereken sorunun feminizm nedir olmasında yarar var. Feminizm; “Kadınların hakları ve ilgi alanlarını konu alan heterojen bir konsepttir,  belirleyicisi kadındır. Kadın ve erkek arasındaki toplumsal eşitsizliğin süregelmesi, feminizmin amacının kadının toplumdaki yerinin iyileştirilmesinin ve toplumda gerçek bir eşitlik durumunun sağlanmasına neden olmuştur.(Kelimenin kökeni Latince “femina” ve onun Fransızca türevi olan “Feminizme”den gelir.)” (1)  Tanımda da belirtildiği üzere eşitlik ve toplumsal iyileştirmeye esasen ‘insan’ özgürlüğü çerçevesinden bakmaya başladığımızda, bu bizi Kant’a götürecektir. Metinde de ilk sırayı alan ‘Kant’ta Cinsiyet Farklılığı’ üzerinden feminizm meselesini açmaya başlayalım.
Eleştirel felsefede önemli bir yer tutan Kant’ın görüşleri bu konuda da etkili olmuştur. Kendisinin mektuplaştığı Maria ile kadın-felsefe ilişkisine onun gözünden bakmaya çalışmamıza ve sonunda da ‘insanların bu dünya da mutluluğu değil ahlaklı olmayı hedeflemesi gerektiğini’ (2) vurgulayan mektubu ile aslında mektuplaşmayı da tıpkı seyyahların yazılarını okumasını ve yabancılarla konuşmasını, ‘dış dünya’ya merakı olarak bakabiliriz. “… insanın dışı temel alınarak içinin bilinebilmesidir. İnsanların dışsal özelliklerinin tasnifinden hareketle, bu dışsal özelliklere tekabül ettiği varsayılan içsel özelliklerin tasnif edilebilmesidir dolayısıyla amaç. Cinsiyet farklılıklarını açıklamaya iki temel tespitle başlar. İlki kadının daha zayıf olması, ikincisi kadının da erkek gibi akıllı varlık, akıllı hayvan olmasıdır.” (3) Kant’ın kadının zayıflığı üzerine kurduğu anlatılar (güç-zayıflık)  biyolojik merkezlidir ancak bu fikrin karşısına sunduğu ‘kadının erkeği ’idare edebilme’’ durumu problemi aynı dil üzerinden karşılamamaktadır. Bu sorun o’nda kadının doğası-erkeğin doğası diye daha genel olarak vuku bulmuştur. Üstelik kadın cinsiyetini; türün bekası (doğa kadının rahmine en değerli şey olan türü embriyo şeklinde emanet etmiştir-türün muhafazası ve sürekliliği) ve toplumun gelişmesi-kadınlarca zarifleştirilmesi olarak iki ilke şeklinde kategorize etmiştir. Neticesinde de kadının kendi doğasına uygun olarak yapması gerekenin erkeğin arkasını toplamaktır gibi pragmatik bir sonuca ulaşmıştır. Bu görüşler ile Kant her ne kadar kadına ikincil bir durum atfetse de kadınların da akıllı olduğunu dile getirmesi konuyu ve kendisinin fikirlerini sorgulanabilir hale dönüştürmüştür.
Psikanaliz, kadın erkek ayrımını psikolojik olarak açıklamaya çalışmaktadır. Freud 'un kadın ve erkeğin aile içinde rollerini belirlemek amacıyla yaptığı deneysel çalışması daha da önemlisi çocuğun yetişme sürecinde geçirdiği cinsel kimlik sürecini betimlemesi, çağdaş feminist teorinin en önemli temel taşlarından birini oluşturmaktadır. (4) Freud ve Kadınlık metni üzerinden yazar amacını, Freud’un özellikle ilk kadın hastalarıyla kurduğu özdeşleşme ve idealizasyon ilişkisi üzerinden psikanalizi keşfinin temelindeki kadınsı öğeler, olarak belirtmektedir. Kadının anatomik gerçekliğinin yanı sıra bir de bir de ruhsallığı var. Freud’un ‘birisine konuşan ve anlatan’ kadın hastalarına imrenerek kendi kendini analiz etmeye başlaması, o kadınların hayat hikâyeleri bir anlamda psikanalizin doğuşudur. Freud bu özdeşleşme ile yazdıklarını Fliess’e göndermeye başlar. Bu özdeşlemenin temelinde kadının iç dünyasında gizlenen şeyi çekip çıkarabilme arzusu da yatmaktadır. Bu durum öncelikle empati kurmaya olanak tanır, tabi aynı zamanda ötekileştirmeyi de mümkün kılar. Dolayısıyla Freud, kadın ve erkeğin eşitliklerini ve farklılıklarını bir arada gözeterek ele aldığında cinsiyetlerin kendilerini var edebilmesi adına onlara bir özgürlük alanı tanımlamış olmaktadır.
Konunun bir başka problem alanı ise cinsiyet farkını ‘akıl’ da arama olarak bünye ediniyor. ‘Aklın Cinsiyeti Var mı?’ metni bu noktada yakın zamana kadar konu üzerinden sert eleştirilerin, örneğin Paul Broca, varlığına değinse de artık daha temkinli ifadelerin kullanımı söz konusu. Metinde yazar aklın cinsiyeti olduğuna dair, bilişsel ve düşünsel süreçleri inceleyen birtakım psikologlar tarafından kabul görülenler ve bazı feminist bilgi kuramlarında savunulanlar olarak ayrışan bu iki temel görüşe değiniyor. Bilişsel Bilim Verileri bağlamında bakıldığında erkek-kadın aklının biyolojik-sosyolojik-toplumsal farklarının olduğu veriler bu uygulamaların yapıldığı sınırlı deneysel verilere dayanmaktadır. Dolayısıyla akıl gelişimini nelerin-nasıl-ne türden yaşamsal faaliyetlerle/gelişimlerle etkilendiğini ifade etmek güç. ” Akıl; Bir bütünlük birimi içinde düşünme ve yargılamanın gerçekleşmesini, her türlü cisim  ve oluşumun belli ilişkiler sistemi içinde algılanarak kavranmasını sağlayan insan yeteneğidir. Biyolojik açıdan aklın bulunduğu yer beyindir. Yapılan araştırmalar sonunda, beyinde akılda tutma, duyumsal bilgilerin toplanması, düşüncenin eyleme dönüşmesi, sevgi gibi olayların yer aldığı değişik merkezlerin belirlenmiş olması önemli bir gelişmedir. Ancak sayılan tüm bu etkinliklerin hiçbiri aklın "anahtarı" olarak kabul edilemez. Beyinde, bağlantıları yaratma, seçme, karar verme yetilerinin yer aldığı kesin bir nokta yoktur. Kendisi bir işlevdir ve ancak meydana getirdiği etkinliklerle tanınabilir. “ (5) Bu kadar muğlâk bir alanda aklın cinsiyeti sahiden de var olabilir mi? İkinci başlık olan Feminist Bilgi Kuramı ise; bilimin erkekler tarafından yapılmış ve hala da öyle yapılıyor oluşundan kaynaklı bir ezilme hissiyle kadınlara özgü bilim önerisinde bulunuyor. Tabi bu noktada eleştirilen durumu kopya ederek bu sefer de ‘kadın bilimi’ üretme çabası da ironik görünüyor. Toplumsal cinsiyet meselesini bu kadar indirgemeci bir bakışla ‘bilim’ zeminine taşımaya çalışmak da soruna çözüm üretmek yerine yeni türden bir sorun daha çıkaracak gibi gözükmekte.
 “Psikanaliz bizi, tek etmediğimiz tek kıta, yani içsel deneyimimiz konusunda eğitir.”  (6) sözü Kristeva’nın psikanalizle ilgilenme nedenidir. Kristeva’nın psikanaliz yaklaşımını anlamak için öncelikle etkisi altında kaldığı Freud ve Lacan’a dair kısa bir okuma yapmak gerekecek.  Yazının başında da belirttiğim üzere psikanaliz denildiğinde Freud önemli bir isimdir. Bu bölümde ise onun Psikoseksüel Gelişim Kuramı: Oral, Anal, Fallik (Ödipal), Gizil (Latent) ve Genital (Püberte) ve Yetişkinlik kuramı önemlidir. “Erkeğin karşıtı ya da tamamlayıcısı olarak kadın yoktur, kadın esasında ‘eksik erkek’ten başka bir şey değildir” der. Onun en ünlü takipçisi olan Lacan ise; 0-6 ay Reel / Gerçeğe en yakın dönem, 6-18 ay ayna evresi/imgesel ve 18 ay-4 yaş simgesel evredir der. Bu bağlamda belki de en ses getiren sözü ‘kadın diye bir şey yoktur’ u ise kadının bir fantezi bir hayal olduğunu, kendi tanımlamalarıyla simgesel düzeyde ifade edilemeyen ve ayna evresinin sonucu olarak üretilen bir eksiklik olarak, tanımlar. Bu iki isimden etkilenen Kristeva ise kendi söylemini birinci- ikinci- üçüncü kuşak feministler diye ayrıştırarak oluşturur. İlk kuşak erkeklerle aynı zamanı paylaşma arzusu ile bir özdeşim kurma çabasındadır. İkinci kuşak ise özdeşleşme yerine farklılığı esas almıştır. Ancak üçüncü kuşağın söylemi ilk ikisine nazaran daha özgün bir bakış açısı sunuyor. Burada da öncelikle kadın cinsine özel olarak ve sonra da tek tek her kadını özel olarak keşfetmek gerektiği görüşü söz konusudur. Artık ‘biz’ üretmenin kapalılığında boğulmak yerine ‘ben’ üreterek yeni söylemlere ufuk açılmasının ileri götürücü bir fikir oluşu önem kazanmaktadır. Ve Kristeva bu öznelliğin ‘dil’ aracılığı ile kurulabileceğini savunur. Kristeva, Freud ve Lacan’ı önemsemiş ancak zaman zaman onlarla karşıt fikirlerde de bulunmuştur. Fakat onun feminizme bakışı genel olarak ‘öznellik’ üzerine kuruludur.
 Toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyet kavramının ötesinde tüm cinsiyet algılarının toplum tarafından belirlendiğini öne süren bir kavramdır.” (7) Bu kavramda sosyal ve kültürel etmenler önem kazanmaktadır. Cinsler arası bir ayrımcılığa kültürel bağlamda bir cevap üretilmesi gerekliliği önem kazanır. Butler cinsiyetin inşa edilmiş olmasını, onun varlığımıza işlemiş, yaşanan, harekete geçirici bir kurgu olduğunu hesaba katarak ırksal farklılıkla kesişimi içinde göz önüne alarak düşünmeyi hedeflemiştir. Irkı kısmen ırkçılık, cinsiyeti cinsiyetçilik eşcinselliği de homofobi inşa etmiştir, demektedir. Bu noktada ‘abjection’ (dışa atma) deyimi yerini buluyor. Norm olan bedenler inşa edilirken, birtakım bedenler de dışa atılır. ‘’Maddeleşen/Dert Olan Bedenler’’ de Judith Butler, tarihi bir abjection tarihi olarak okuyor ve yeniden anlamlandırma imkânlarını sorguluyor. Tarihi abjection tarihi olarak okumak, söylemin bedenleri incittiğini, bazı bedenleri eldeki varlık bilimlerin, anlaşılırlık şemalarının sınırlarına yerleştirdiğini öne sürmektedir. Öyleyse abjection tarihi olarak tarih sorunu, toplumsal cinsiyetlendirme pratiğiyle doğrudan ilişkilidir. Cinsiyet iki ile sınırlı olduğu halde, toplumsal cinsiyet sonlu bir sayıyla sınırlandırılabilir değildir. 
Psikanalitik bakışın yönlendiği bir diğer alan olan aile içi şiddet metni bu durumun ülkemizde ve dünyada beden ve ruh sağlığını ciddi biçimde tehdit eden bir problem olarak ifadesiyle başlamaktadır. “Şiddet en yaygın olarak, kocadan karıya ve ana babadan çocuğa yönelmektedir. “  (8) Kadına yöneltilen şiddet daha ziyade aile içi sorunu olarak değerlendirilse de sonrasında çeşitli kurumların, sığınma evlerinin ortaya çıkısı meseleyi bir toplumsal sorun haline dönüştürmüştür. Ancak yine de yazınsal olarak bu konuda yeterince kaynak bulunmamaktadır. Şiddet problematiğini birkaç başlık altında incelemekte fayda var. Öncelikle birey olma süreci ve cinsiyet bağlamında baktığımızda; kız ya da erkek her çocuk hem annesiyle hem babasıyla özdeşim yaparak büyür. Ancak süreçte erkek çocuk anneden ayrılıp baba ile özdeşim kurar, kız çocuk da ise anneden ayrılıp yeniden anneye dönüş ile özdeşim kurma hali vardır. Bu durum farklı olan yerine aynı olana yeniden dönüldüğünden ötürü psikolojik olarak kız ve erkek çocukta ayrı etkilere yol açar. Dolayısıyla yaşamlarında ilişkilerini nasıl konumlandıracaklarına dair bu süreç önemli bir rol oynar. İlişkiler, kimlik ve cinsiyet bağlamında bakıldığında ise gelişim süreçlerinde erkek ve kız çocukta ortak yanların, farklılıklardan fazla olduğu ve sağlıklı durumlarda aslında cinsiyete özgü bir problemin olmayacağı önem kazanır. Erkeklerin yapıcı ve onarıcı, kadınların ise hayır ya da dur demeyi becerebildikleri bir kişilik oluşumu söz konusu olabilir. Çocukluk döneminde ailenin uyguladığı davranışlar çocuğun psikolojik ve kişisel gelişiminde önemli rol oynar. Çocuğun sessiz kalmasını istemek dahi onun olgunlaşma sürecini kesintiye uğratmaktadır. Öte yandan yetişkinlikte görülen şiddet bağlamında bakıldığında, bu durum bilinçdışı saldırgan dürtüleri ortaya çıkarır. Bu dürtülerin harekete geçmesi ise özgüvende azalmaya neden olur. Özgüven; ruhsal, gelişimsel süreçler ile başarı ya da başarısızlık olarak algılanan yaşam olayları arasındaki karmaşık ilişki tarafından belirlenir. Özgüvenin artımı ya da zedelenmesi kişisel gelişim anlamında önemli bir yer tutar. Bir diğer önemli konu ise şiddetin kuşaktan kuşağa aktarımıdır. Bu anlamda bir şiddet çocukluktan yetişkinliğe değin çeşitli psikolojik bozukluklara yol açmaktadır. Şiddete tanık olmanın şiddete maruz kalmaktan daha yıkıcı olduğu düşünülmektedir. Çünkü bu durum kurulan özdeşimle doğrudan ilişkilidir. Çocuğun en önemli özdeşim nesneleri anne ve babasıdır. Dolayısıyla görülen, işitilen ya da maruz kalınan şiddet çocukta içselleştirilmeye sebep olmaktadır.
Psikanaliz ve kadın konusunu bir de edebi bir örnek üzerinden tartışan ‘Sanatçının Annesinin Kızı Olarak Portresi’ isimli metin Sevim Burak’ın yazma biçiminden bahseder, özellikle dili nasıl ve neden öyle kullanışından.  Dil konusu kadınlar için oldukça önemlidir. Bunun en çarpıcı noktası erkekler yazdığında ‘edebiyat’ kadınlar yazdığında ise ‘kadın edebiyatı’ denilmesi. Bu noktada edebiyat dünyası Burak’ı ne erkek ne de kadın edebiyatına dâhil etmek istemiştir. Bunda onun kendisini kadın olarak değil yazar olarak konumlandırması etkilidir ve meselesi edebiyattır. Burak’ın edebi dilindeki parçalanmışlık onun ruhsal gerekliğiyle örtüşmüştür. Her ne kadar kendini baba dili üzerinden ifade ettiğini düşünse de hafızasında biriktirdiği anne dili ona kendine özgü bir dil kazandırmıştır. Anne-babadan etkileşimin kişiye yansıması her zaman beklediğimiz normlarda karşımıza çıkmak durumunda değildir, buna da en iyi örneklerden biri olarak Sevim Burak’ı verebiliriz. Eğer kadına ilişkin sorulara cevap arıyorsak psikanalizin etkisini göz ardı etmemek gerek.
Feminizm konusunu başka bir alan olan İslam ile birlikte tartışan ‘Feminizm ve İslam’ metnini İpek Merçil yazıya dökmüştür. Bu iki kelime 80’li yılların sonu ile 90’lı yılların başlarından itibaren yan yana anılmaya başlanmıştır. İslamcı kadın yazarların bazıları cinsler arası eşitlik yerine denklik ilkesini savunurlar. Eşitliğin haksızlık olduğunu kabul ederek kadın ile erkeğin eşit olarak kabul edilmesi durumunda kadının mağdur olacağını iddia ederler.  90’lı yılların başından itibaren kamusal alandaki yerlerini sağlamlaştıran İslamcı kadınlar İslam’da kadın meselesine ve İslami bir kadın hareketinin varlığına ilişkin düşüncelerini daha belirgin olarak ifade etmeye başlamışlardır. 2000’li yılardan sonra ise konu hakkındaki çalışmalar daha kapsamlı bir biçimde oluşmaya başlamıştır. Ancak bu bağlamda kamusal alanda bu tarz söylemlere mensup kadınlara pek rastlanmaz, onlar kendilerini daha ziyade bireysel figürler olarak gösterirler ve bu figuratif halin genç kuşak üzerindeki etkisi yadsınamaz.
Toplumsallık sorunu insanın varlıksal arayışını kuşatmıştır. Kendi türüyle bir arada yaşama macerasında insan, oluşturduğu sisteme yabancılaşmış, ekonomik-kültürel-cinsel olarak belirlenir konuma gelmiştir. İnsanların toplumsal olarak kurduğu ilişki biçimleri onları özgürlük arayışına yönlendirir. Özgürlük ise karmaşık bir sorundur. Sürekli aranan, bulunamayan, alanlarının sınırlarını sorgulayan bir özgürlük. Feminizm, kadınların hem kendileri hem de ilişki kurdukları tüm varlıklar için bir özgürlük politikası geliştirme iddiasıyla ortaya çıktı. Peki, bu iddia Türkiye’de nasıl karşılandı? Türkiye’de Özgürlüğü Ararken metni bu bağlamda sorular sormayı ve onları ele almayı amaçlamıştır. Bu noktada ‘militarizm özgürlük zeminini ortadan kaldırır’ yargısı ile başlayalım. Burada yazar; iktidar, tekil şiddet biçimlerinin toplumsal ilişkiler içinde süreklileşmesidir. İktidarlar arası içkinliğin politik kurumsallaşmasına baktığımızda da karşımızda devleti buluruz, der. Devlet savaşla kurulur, savaş ise genelde ‘militarizm’ olarak tanımlanır. ‘Homojen biz’ üretilen, tek tip insan oluşumunun en görünür alanlarından biri olan militarizm, dil-davranış-düşünce ve pratiklerin sınırlanırını önceden belirler ve nihayetinde ‘düzene’ koyduğu insanı artık kimlik kart numaralarıyla tanınan bireyler olarak ‘normalleştirir’. Diğer bir yandan da militarizm kendi içinde hiyerarşik bir düzene, ast-üst, sahiptir. Bu durum ile kurulan otorite, yarattığı saygı ve korku bileşimi ile ‘aklı’ dondurur. Militarizmin ataerkil kökenli eril bir yapılanma olduğunu erkeğin iyi bir asker olmak üzere sosyalleşmesi militarizmin sürekliliği için önem arz eder. Toplumsal yapılanmanın cinsiyet rollerini edindirmedeki gücü hayatidir, tıpkı bir oğlan çocuğundan ‘erkek’ yaratma iddiası gibi. Burada kadın ise kendisine biçilen toplumsal rolünü sorgulanmadan kabullendiği müddetçe militarizme destek olur bir role bürünecektir.
Son olarak da kadınların özel hayat çerçevesinde yaşadıklarının da toplumda yankı bulması bağlamında ‘mahrem’ kavramının sorgulanması ya da dönüşümü üzerine olan ‘Toplumsal Proje ve Kadınlık Deneyimi: İslamcı Kadın Tarafından Yeniden Tanımlanan Mahrem’ metni konuyu başka bir alan üzerinden yeniden tartışmaktadır.  Burada kadının özel hayatında yaşadıklarının İslami kimliğinin kamusal alanda verdiği mücadele ve konunun başka bir boyutu olan modern kamusal alanda Müslümanlığı üzerinden kadının kimlik oluşumlarını yeniden yorumlamaları meselesi de önemlidir. Dolayısıyla dönüşüm yalnızca toplumsal hayatla sınırlı kalmayıp ‘mahrem’ in içine kadar sızmış durumdadır. Bu kez sınırların zorlanması mahrem alanın içi olan ‘aşk’ kaynaklı gelişecektir. “Aşk ilişkileri toplumsal belirlenimleri aşar ve bireye bir duruma uymaktan ziyade kendi yaratacağı bir durumun aktörü olma arzusu verir(…) Özne olan Öteki ile ilişkisi sayesinde bireyler toplumsal sistemin işlevsel unsurları olmaktan çıkarlar ve kendileri toplumun yaratıcıları ve üreticileri haline gelirler.” (9) Bu bağlamda Buket Türkmen kendi çalışmalarındaki notlar üzerinden, mahremin sınırlarının bireysel manevralarla nasıl dönüştürülmeye çalışıldığına dair birkaç örnek vermiştir. Çeşitli üniversitelerde bulunan kızlarla yaptığı söyleşiler bu meselenin kişisel irade ile ne kadar çeşitlenebileceğine dair önemli ipuçları vermekte. Üniversiteye girişte ve derste açtırılan başörtüsü için ağlayan, kız-erkek öğrencilerin kantinde birlikte oturmalarından rahatsızlık duyan, sevgilisiyle ilişkisinin sınırlarını kendi çizen, kapalı kızların ikili ilişkilerindeki davranışlarının derecesinden rahatsızlık duyan vs. öğrencilerin anlattıkları üzerinden yeniden düşünmek önemli. Bu noktada İslami kentli kadın, bir taraftan İslam zemininde kendisini kurmaya çalışırken, diğer taraftan kadınlık tecrübelerinin zorladığı bir zeminle başa çıkmaya çalışıyor. ‘Aşk’ üzerinden gelişen bu kırılmalar, kadının kendini ‘ben’ olarak görmesi, yaşadıklarını ‘akıl’ yolu ile içselleştirmeye çalışması bağlamında önem arz etmektedir.
ALINTILAR
2.       Age, s.11
3.       Antropoloji, s.216
6.       Julia Kristeva, Memoires, s.39
8.       Dickstein, 1988
9.       Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, s.264

5.   

Hiç yorum yok: