Cemal Kafadar/Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken
Dört Osmanlı: Yeniçeri, Tüccar, Derviş ve Hatun
Ben ve Başkaları, 17.yy İstanbul’unda Bir Dervişin Güncesi ve Osmanlı Edebiyatında Birinci Ağızdan Anlatılar
Bir insan doğduğunda, bir ailenin, bir kültürün, bir geçmişin içine doğar. Başkaları zaten oradadır. Artık öncelikle… ailesinin bir üyesiyizdir. O aile hangi dil, din, ırka vs. sahipse ‘biz’ de artık onlarla aynı dil, din, ırka kayıt yaptırmışızdır, istemli ya da istemsiz. Bu durum ise bizi bütüne eklemler. Bütün olan çokluk içerir. Dolayısıyla bu çokluğun kendisi ‘1.tekil şahısın’ görünür olmadığı premodern bir zamana işaret eder. Görünür olmayan, gözlemlenemez de…
İnsan, dünyaya geldiği andan itibaren ‘biz’ in bir parçasıdır. Biz Türkler, biz Müslümanlar, biz Fenerbahçeliler… Bu türden bir ayrıştırmada aslında yeniden gruplandırmaya, ‘biz’ üretmeye başlarız. Oysa ‘ben’ teklik içerir. Öznenin inşası ‘ben’ kullanımı, bilgiyi üretir. Bu durum artık ‘modern’ dünyaya doğru adım atmaktır. Şahıs ayrışmaları, kişileri tarih sahnesinde görünür kılmaya başlatır. O halde probleme bir de bu gözle bakarsak ‘şahıs’ anlatısı bize bilgi üretme biçimleri adına tarih sahnesinde farklı bir ışık tutar.
Cemal kafadar’ın ‘Ben ve Başkaları’ makalesi bu bağlamda şahıs tanımlamasının tarihsel süreçte ne türden araçlarla kendini var ettiğini açmaya çalışmıştır. ‘Adet’ olmuş olan bakış açısından sıyrılıp, ‘iki kutuplu’ (saraylı-halk) anlatısı arasında bir ara ton ve doku araştırması, toplumsal-kültürel tarih fazındaki anlatısal dünya üzerinden hatırat kaynakları ile ele alması açısından önemli bir denemedir.
Yazar, makalesine Italo Calvino’nun Görünmez Kentler’inden alıntı ile başlar. “Ersilia’da oturanlar kentin yaşamını ayakta tutan bağları belirlemek için evlerin köşeleri arasına, renkleri akrabalık, takas, otorite, temsil ilişkilerine göre değişen, beyaz veya siyah veya gri veya siyah-beyaz ipler gererler. İpler artık aralarından geçilemeyecek kadar çoğaldığında çekip giderler. Evler parça parça sökülür; ipler ve dayakları kalır yalnızca. Ersilia’yı terk edenler tüm ev eşyalarıyla konakladıkları bir tepenin eteğinden ovada yükselen kazık ve ip kargaşasına bakarlar. Ersilia kenti hala odur, kendileri ise bir hiç.” Bu hatırlatma temsil ilişkilerine göre değişen ağların çoğaldığında bir kırılma noktası veya bir üst ölçekten bakış gerektirdiğinde ‘ben’ olarak bir otorite kurulamamasını ve ‘biz’ olarak bir sürekliliğe gidilemeyeceği, bir noktadan sonra tıkanacak olmasını sezdiklerinde, ‘hiç’ olmamış gibi olma durumuna geçilir. Geriye yalnızca nesne kalır, özne ise artık ‘hiç’ olmuştur.
Osmanlıların zihinsel dünyalarını görmezden gelerek, toplumsal-kültürel tarihin keşfi bağlamında bir uğraşın olmayışı söz konusudur ve tarihin bu alanından kaçış vardır. Bu durum için anlatısal kaynaklardan şüphe duyulmaktadır. Ancak yazar bir yandan da arşivlerin açılması ve tarih yazıcılığındaki yeni eğilimlerin hayırlı olduğu kanısında. Annales okulunun verdiği tepki ve Kemalist pozitivizmin etkisi de bu eğilimleri körükler nitelikte olmuştur.
Osmanlı anlatı kaynaklarından vekayinamelerin aynılığından şikâyetçi olan zihniyeti, yazarların kendi ‘ben’ lerinden bahsedememelerinin güçlü bir bireysellik duygu eksikliğine işaret etmesini dolayısıyla otobiyografik tarzda bir anlatının olmayışı yönündeki yaklaşımlar, yazarın Topkapı Sarayı Kütüphanesinde karşılaştığı kayıtlara kuşkuyla bakmasına neden olmuştur. Ancak birincil ağızdan yazılmış olan ‘sohbetname’ birçok rutinle, detayla dolu günce formatında bir otobiyografik alt türdür. Sohbetname üzerinden ‘ben-başkaları’ tartışmasına bakmadan önce aynı döneme ait ortaya çıkarılan başka yazın türlerini ve bu türlerin şahıs yazımına katkılarına bakalım. Diğer kişisel kayıtlardan örnekler; Osman Ağa’nın hatıratı (Avustralyalıların tutsak ettiği dönem, 17.yy) Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Şeyh Mahmud Hudai’nin Arapça eseri Vakı’at (günce formatında). Mektup türünün ise resmi olanları ilgi çekmiş, kişisel olanları büyük ölçüde araştırılmamıştır. Oysa mektup türü birinci tekil şahıs anlatılarında önemli bir yer tutar. Ancak arşivlere ya da koleksiyonculara dağılmış olan bu tür, yeterli ölçüde araştırılmamıştır. Son olarak şahıs edebiyatı incelemesinde büyük bir öneme sahip olan ‘otobiyografiler’ var. Fakat bu türde dahi döneme ait ‘ben’ okumaları adına sayısal anlamda tatmin edecek kadar çok örnek bulunmamaktadır. Sınırlı örneklerden Asiye hatun’un rüya defteri, otobiyografik alt tür olarak, mektup aracılığıyla şeyhine rüyalarını ulaştıran ve Şeyh’inin de yorumlayarak Asiye Hatun’a gönderdiği mektuplardır. Böylece Asiye Hatun tasavvuf yolunda kendine yön verir. Tüm bu içe/dışa dönük deneyimlerin anlatıldığı yazınlar, Osmanlı dünyası ile ilgili. Bunun dışında esaret anıları da önemli edebi örneklerdendir. Ancak diğer türlere göre daha risklidir. Çünkü gerçekten yaşanılmış deneyimler de olabilir, kurgusal bir yazı da olabilir. Tüm bu belgelerin tarihsel nitelik kazanması yaşanmışlıklar aracılığıyla toplumun o dönemlerine dair sorular üretmemizi sağlar. Bu sorular ise o dönemlerle ilgili bilinenlerin yeniden değerlendirilmesine ya da hiç bilinmeyenlerin keşfine doğru ışık tutabilir.
“Bu anlatıların hiçbirinde üçüncü boyut, anlatıcı ile anlatılan ‘ben’ arasındaki bariz bir mesafe yoktur. Yazarların kendilerine üçüncü boyutu ihtiva eden bir perspektiften bakmaktan kaçınmaları ya da bununla ilgilenmemeleri gerçekten de bu eserlerin sohbetname ile paylaştıkları en çarpıcı yönlerden biridir.”
Günce bölümü, görünürde önemsiz olan günlük olayları kaydetmekle başlar. Örneğin bir berber tarafından tıraş edilmenin anlatılması gibi. Karşısındakilerin (başkalarının) isim ve lakaplarını kaydetmeye önem verirken, kendisinden (ben) ‘fakir’ diye bahseder. Sohbetname daha çok Seyyid Hasan’ın bir tarikat mensubu olarak sosyal hayatını nakleder ki bu da kitabın alışılmadık isminin gerekçesidir. Sohbetname’de aile bağları kadar, dergâh yoldaşlığı ve mahalle dayanışması temelinde kurulan ilişkilerin meydana getirdiği ağı, o sosyal çevreyle Osmanlı toplumunun diğer kesitleri (özellikle de esnaf ve askeri sınıflarının orta kademeli mensupları) arasındaki çetrefil örgüyü de tanıyoruz. Seyyid Hasan’ın güncesinde geçen toplantılarda çeşit çeşit esnaftan (aktarlar, bakkallar, fırıncılar, ciltciler, yorgancılar ve diğerleri) bahsediliyor. Bu toplantılarda ayrıca kethüdalar, çavuşlar ve beşe’ler bulunuyor. Seyyid Hasan küçük bir ada oluşturan toplumsal çevresinin dışındaki dünyadan çok az bahseder; örneğin günce de tek bir gayrimüslimin sözü geçmez. Bu durum toplumsal hayatın, yaşama biçimlerinin yazına ve beraberinde getirdiklerine etkisinin az da olsa bir yansımasıdır.
“Sohbetnamenin değeri, her şeyden çok, isminin de vaat ettiği gibi o yoldaşlık duygusunu bize geçirmesinden ileri gelir. Osmanlı İstanbul’unun toplumsal yapısı ve kurumsal yüzleri hakkındaki bilgilerimiz, sadece bazı bireylerin maddi hayatları ve gündelik etkinlikleri hakkındaki malumat zenginliğiyle değil, aynı zamanda kendine özgü bir çevrenin gündelik yaşam ethos’u sayesinde de büyük bir canlılık kazandırır- ne saray ne de halk geleneklerine rahatça oturtulabilecek bir çevredir bu. Mistik nitelikte benzersiz kişisel deneyimler kâğıda geçirilmemişse, bu belki de günce yazarımızın kişiyi iyi bir hayata götüren yolun bireysel deneyimden çok paylaşılan bir ahenkten kaynaklandığını düşünmesindendir. “
Yazar, sohbetnamenin herhangi bir ‘ben’ inin olmamasına, Osmanlı da gruplar arası ilişkilerin tatsızlaşıp, gruplardaki bireylerin aralarındaki ilişkinin sağlamlaşmasının, sebeplerden birisi olabileceğini hatırlatıyor.
‘Ben-Başkaları’ anlatısı Osmanlı toplumuna kültürel bir bakış sunar. Ancak bu konu üzerinde pek de bir araştırma yapılmamıştır. Mücadeleci olmayan yaşam tarzından ötürü bireyi kendini kurcalamaya itecek bir arayış yoktur. Dolayısıyla dışarıdan bir gözlem geliştirme, perspektif üretme hali ancak ‘ben’ bakışının farkındalığıyla mevcut hale gelebilir. ‘Ben’ içe dönüştür ve bireysel alan ifadesidir, ‘başkaları’ ise kamusal alan anlatımına denk düşer. Osmanlı da toplumsal ve kültürel tarihi anlamaya çalışmak yaşanan deneyimlerin ifade araçlarını da gözeterek süreçlerin toplamında ele almak gerekmekte. Bu sınırlı alan farklı deneyimlerin söylemek istediğine dikkat kesilmeyi gerektirir. ‘Ben-Başkaları’ anlatısı tarihsel bir malzeme olabilir. Bu kabuller ise dönemin kültürel yapısının temelini oluşturur ve artık ‘görünür’ olma halinin hangi zamana- nasıl denk düştüğünü konuşur hale gelebiliriz.
Mimarlığın Toplumsal ve Kültürel Tarihi, Final Teslimi, Ocak 2011, YTÜ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder