Mekân ne salt bir soyutlama ve nesne, ne de sadece somut fiziksel bir şeydir. Bütün boyutları ve biçimleriyle, hem kavram hem de gerçekliktir. Bu yüzden ilişkiler ve biçimler bütünüdür. Yine cansız, sabit, durağan değil, canlı, değişken ve akışkandır. Ancak biz mimari mekânı yalnızca mimarın kaleminin söylediği şekilde mekân olarak algılamaya eğilimliyizdir. Oysa insanın yaşadığı yerlerin çoğu mimari tasarım nesnesi değildir. Ki öyle olsa dahi kabuller zincirine takılı prensiplerden oluşmuyorsa, çoğu zaman ‘mekân’ olarak üzerinde düşünülmüyor bile. Mesela sokakta yaşıyor insan. Boş bulduğu bir kartonun üzerinde, bankta, parkta… Ya da deniz kenarında bir kitap okuyor, ara sıra kaldırıyor başını ve denize bakıyor. Peki denizi mi görüyor o sırada kitapta okuduklarını mı? Yahut insan ufacık bir atölye de semaver üretiyor. Gelişen teknolojiye ayak dirercesine, el emeğiyle… Dağınık eşyaların, yan yana özenle dizilmiş boy boy semaverlerin ardında bir usta. Biraz dalgın, biraz yorgun… Peki, soruyorum şimdi, nasıl bir çizim programı anlatabilir bu mekânı?
Evet, ne soyut ne de somut bir nesne mekân. İnsan yaşamından ayrıştıramayacağımız bir gerçeklik ve aynı zamanda bir kavram. Mimari pratiklerin ürettiği bir hacim önce, doğru ya da yanlış. Sonrasında içindeki kullanıcıya özel şekillenmeye çalışan bir hacim. Bazen siyah beyaz bir resim çerçevesinde, bazen neşeli bir oyun havasında mekânlaşan. Belki sadece bir an, belki iyi hissettirdiği her an… Mekân fikrinin ‘kavram’ a yaslandığı bir durum bu şekillenmenin kendisi. Ancak mekânı mutlak bir ‘kavram’ olarak görmek, maddeden bağımsız bir ‘kendinde şey’ haline getirmektir onu. Olguları ayırt edebileceğimiz ve sınıflandırabileceğimiz bir yapıya sahip olur o vakit. Mekânın, sadece birbirleriyle bağlantılı nesnelerin varlığı sayesinde var olan değil, bu nesneler arasındaki bir ilişki olarak da anlaşılması gerekir. David Harvey bunu ‘ilişkisel mekân’ olarak adlandırıyor. Çünkü fiziksel olarak mekân ile mekândaki yaşam birbirinden farklıdır. Yaşanılan mekânın yaşantıyı da etkileyeceği ise yadsınamaz. Ancak bu noktada sınırlar girer devreye. Mekânın fiziksel özellikleri, içindeki yaşantının bir bölümünü etkileyebilir. Oysa mekânın fiziksel özelliklerinin dışında pek çok özelliği de vardır ve dolayısıyla bu durumun kendisi mimarlığın tanımını sınırlar. Bir diğer sınırlama ise insan yaşantısının mekândan etkilenen bölümünde gizlidir. İnsana göre üretilen her mekânın belirli gereklilikleri vardır. Bu gereklilikler bir dizi matematiksel öğelere dönüşür. İnsan yaşantısının ‘temel ihtiyaçları’ olan bu gereksinimlerin ötesinde kalan dünyası genellikle mimarlığın ilgi alanına girmez. Oysa mekân tüm boyutları ile insan yaşantısının her yönünü sarar. Ancak öncelikle bu temel ihtiyaç bölümüne baktığımızda bunlar bir dizi mimari parametreler ile hesaplanıp, çizilebilir hatta uygulanabilir durumlardır. Ortak bir dil üzerinden oluşturulduklarından her mimar aynı okumayı yapabilir. Örneğin bir hastanedeki servis alan ve servis veren mekânların nereye konumlanacağı, her birimin kendisiyle ilişki içinde olan/olmayan bir diğer birimle mesafesi, tuvalet sayısı -ulaşılabilirliği, ısı yalıtımı ve ısıtma sistemi gibi. Bu parametreler değişebilir ancak kullanımın aksamaması adına zorunlu olarak doğruluk değerleri sabittir. Bu durumda şöyle bakmak gerekecek; yapmanın dünyası üzerinden ‘mekân’ a baktığımızda karşımıza çıkan şey, mimarlık ve onun gösterim bilgisi olan geometridir. Mimari gösterimin bilgisine ulaşmak için geometri ortak bir dil kurar. Geometri, mekânsal biçimi öğrenmek ve tartışmak için yararlı olabilecek simgesel bir dil sağlar, ama mekânsal biçimin kendisi değildir. Ancak, hacim olarak mekândan bahsediyorsak, bu bizi öklit geometrisine götürür. “Öklit geometrisi ile ilk olarak mekân soyutlanmıştır. Koordinatları ve boyutları ile uzayda bir hacme ve konuma sahip olmuştur. Matematik ve kuşkusuz özellikle geometri öğrenerek mekânsal biçim deneyimi edinebiliriz. “ (1) Geometri ile mekânın soyutlanışı aslında bizi hacim olarak mekân fikrine götürür. Ancak kavramsal olarak mekân, mekânın kendisinin de soyutlanması neticesinde oluşmuştur. Mekân üretmenin, öklityan tarafı dışında ( ki bunun kendisine de ancak hacim diyebiliriz) aracı, modern dünyanın hiçbir aracı ile vuku bulamaz. Çünkü bir durum değil vaka (olay) dır. Dolayısıyla aslında her ne kadar ‘mekân’ fikrini durağan olarak algılıyor olsak da, o zamanın etkisinde gelişen olay’ın kendisidir. Zihnin herhangi bir etkenle ( ders, sinema, müzik) etkin hale, hareketli hale geliyor oluşu, içinde-dışında bulunduğumuz hacmi ‘mekân’ olmaya götürür. Zihnin hiçbir zaman son bulamayacağı gerçeği ise ‘mekân üretimi’ nin hareketine dolayısıyla zamana yayılımına tanıklık eder, kanıtlık eder.
“Mekânda, hayatın bin bir ayrıntısı ve derinliği zaten vardır. Sorun, mimari dilin, bunu ortaya koymayı, ortaya çıkarmayı ve ona eşlik etmeyi ne oranda becerebileceğidir. Ortalamaya hapsolmuş, prototiplerle düşünen, "kullanıcı" için üretilen ve böyle kavranan mimarlık, bu derinliği ve ayrıntı zenginliğini atlayacaktır.”(2) Ancak mekânın doğasını açığa çıkarabilecek bir mimari algı hem biçimsel hem de kavramsal bir mimari ürüne yaklaşabilir. Bu bağlamda;
“Mekânın doğası onun ne olmak istediğini yansıtır
Konser salonu bir Stradivarius’mudur
yoksa bir kulak mı “ (3) diyen Kahn’ın manifestosundaki şekliyle okumaya başladığımızda bu bize mimari üretimin ne türden araçlarla ‘mekan’ üretmeye en azından yaklaşabileceğine dair imalar sunar.
Görülüyor ki; Mekânın doğasını gözetmeksizin mimari pratiklerin ürettiği her geometri yalnızca hacim olarak kalacaktır. Mekânı, fiziksel öğe olarak tasarlanmış bir boşluk olarak (hacim) görmekten uzak durmak gerekmektedir. Tasarlanmış olsun ya da olmasın. Hatta mimarlık tüm pratiklerinden arındırılıp bütünüyle kör bile olabilir. Fark etmeyecektir. İnsanın hikâyesi es geçerek düşünülebilir mi mekân?
Bu bağlamda üretilen hacimlerin mekânlaşabilmesi için belki de kör olmalı mimarlık. Kendi kozasından sıyrılıp, kendine kör olursa, yaşamın aslında nerelerde bünye edindiğini mekân hissinin nerelerde çözündüğünü görmeye başlayacaktır. Artık mekân, mimarlığın sınırlarına hapsolmayacak ve o da bir şeyler söylemeye başlayacaktır. Bu sınırlardan kurtulduğu an, kendi dilini oluşturmaya başlayacaktır, dilsizliği çözülecek ve belki daha önce hiç de farkına varamadığımız yeni yeni arayışlara sürükleyecektir bizi. Tıpkı Saramago’nun ünlü romanında geçtiği gibi, hayatı görebilmek için önce kör olmak gerekebilir.
Mekan Analizi, Final Teslimi, Ocak 2011, YTÜ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder