26 Ocak 2011 Çarşamba

Mimarlığın Vitrini

Yaşadığımız dünya gördüğümüz dünya mı?
Görselin egemenliğine saplandığımız bugünlerde, ‘aklı başında bir yaşama’ takılı kalarak kavrayabilir miyiz mimarlığı?
Peki, bu egemenlik bozulsa, ne söyler mimarlık?
‘İdeal’, ‘iyi’, ‘doğru’, ‘form’ denen şeyler var mı sahiden?
Bu kavramlar (kavram nedir?) üzerinden okunup, tartışılabilir mi mimarlık?
O halde nasıl mimarlığın ‘vitrin’ halini bozar da nasıl tipsizleştiririz onu? Ya da sahiden var mıdır bir tipi?
 Usul usul içine yerleştiğimiz dünya gerçekleri, uykudan uyanma hali kadar ani olamayacak. İşaret edilenin farkına varmaya başladığımız anda belirecek sorular. Soru sormak ise, problemi bozup yeniden ve yeniden inşa etmeye yol açacak. Bu yolla tüketmeye gidip aslında her defasında yeniden üretir hale getirecek. Tüketmek fikrini - tüm varlığıyla, arzusuyla, hayatıyla – gerçekleştirmeye çalışan Bataille üzerinden yeniden sorular sormaya başlamak, kavramlarla didişmek, o kavramların tekinsizliğinde mimarlığı yeniden düşünmeye çabalamak…
 Sözlük anlamıyla; “Vitrin: isim, Fransızca: vitrine. 1. Bir dükkân veya mağazanın sokaktan camla ayrılan ve mal sergilemek için kullanılan yeri, sergen.
2. İçine konan şeylerin görünmesi için yapılmış camlı dolap.
Bu tanımdan dahi üretmeye başlayabiliriz. Özelleşmiş bir durum, ‘mal’ sergisi, görünürlük. Mimarlığın görsel olma durumunu düşündüğümüzde, kendisine bir ‘vitrin’ atıfında bulunmak pek de olasılık dışı olmasa gerek. Elimizdeki en kıymetli, en iyi, en güzel, en görülesi olanların sergisidir vitrin, ardında yatan tüm ‘karanlık’ hesaplara en maharetli bir körlük üretebilen. ‘Görme’ nin baskın olduğu bir dünyada kendi sınırlarını aşabilmek… Gören göz bizi yanıltmaya başladığında yitirir egemenliğini, geride ne bir gerilim kalır ne de bir uyum. Tekinsizdir artık yaşam. Bir çöp kutusunda, bir sokak köşesinde, bir Çingene’nin çiçek sepetinde, bir yalının havuzunda, bir dilencinin elinde, bir gökdelenin bilmem kaçıncı katında, bir kalabalığın ortasında, bir vapurun sileninde, bir martının kanatlarında…  ‘İdeal’ olanın dışladığı, kendi içselliğine dâhil etmediğidir. Zaten ‘ideal’ in varlığını kabul etme onu ‘anıt’ düzeninin içine dâhil eder. Anıt ise an-ma (her zaman hatırlama, eskimeme) pratiğinin nesne düzenine transformasyonudur. Anıtı anıt yapan şey ise temsil edilenle temsil eden arasında bir boşluk kalmaksızın (ideal’de ki durum) uygulanmasıdır. Üretilen nesne(!)nin temsil ettiği şeyi birebir ifade edebilen ve kullanıcı ya da üreten özneyi de o aynılığın içine dâhil edebilen bir ‘şey’ olarak görmek. Böyle bir arzu (ütopya) ne kadar olası? İşte tam da bu olasılıksızlık durumunu bir potansiyel olarak gördüğümüz an da yaşam daha da içkinleşecektir.  Kiminin tekinsizliği kiminin yaşam alanı olacaktır, kimine göre atık olan bir diğerinin hayatta kalma şansı… Bu kadar şeffafken aradaki duvar ‘yer’ belirtebilir miyiz acaba? Bize soru sormayı öğreten paranoya bizi konuşabilir, üretebilir hale getiriyor. O halde üretebilmek için; düşünceyi, kişisel sınırlarımız dâhilinde, öngördüğümüz bir noktada sabitlemek (sabitlemek doğru kelime olmayabilir) mi gerekir? Yahut aksi mümkün müdür? Eğer mümkün ise mimarlık üretiminin kendisi problemli hale gelmez mi? Tabi ki bu durumda şöyle de bakmak gerekecek, düşündüğümüz şeyi ancak imal ettiğimizde gerçekten düşünmüş oluruz. Eğer durum böyle ise o halde üretmenin araçlarını neler üzerinden kurmalıyız? Bu noktada mimari pratikler diyebileceğimiz plan, kesit, görünüş de artık birer temsiliyet tekniği olmaktadır. Fiziksel nesneler üretebilmek için görsellik araçlarını kullanırız. Bu tekniklerle dünyayı görselleştirmek, kavrama biçimlerimizi şekillendirir.
 Mimarlığın ‘ideal’ üretme arzusu kendisini görsellikle bütünleşik hale getirmektedir. Bu bütünleşme, çakışma, onu metalaştırır. Bu durum ise mimarlığı ‘vitrin’ üretmeye sürükler. İdeal olanın ütopyası, metanın gerçekliği arasında sıkışan mimarlık, kaçınılmaz bir şekilde kendini temsiliyet dünyasının içinde bulacaktır. Ve bu temsil edilme durumundan da şüphesiz sıyrılamayacaktır. 

Mimarlıkta Eleştirel Düşünce, Final Teslimi, Ocak 2011, YTÜ

Hiç yorum yok: